29 Aralık 2019 Pazar

İSTANBUL



1940’lardan Bugüne Efsaneler, Anılar, İzlenimler

Yazar Adı: Emre Kongar
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Sayfa Sayısı: 218

   Emre Kongar, 1941’de İstanbul’da doğdu. Aydın, çağdaş, modern, her konuda bilgili, esprili bir insan, iyi bir yazar. Cumhuriyet gazetesinde köşe yazılarını, Kızlarıma Mektuplar ve Tarihimizle Yüzleşmek kitaplarını okuduğum, NTV’de Yorum Farkı programından takip ettiğim süper bir öğretmendir. Türkiye’de sosyolog deyince ilk akla gelen tecrübe, birikim ve anlayış insanıdır. Bir dönem Kültür Bakanlığı müsteşarlığı da yapmıştır.


   İstanbul, yazarın yeni anı kitabıdır. 1940’lardan bugüne Efsaneler, Anılar, İzlenimler; yazarın kişisel tanıklık ve renkli anıları eşliğinde bir İstanbul yolculuğuna çıkarıyor. Kongar, “İstanbul'a ağıt mı yakmalı yoksa her şeye karşı umudu mu yeşertmeli” sorusunun yanıtını aramış.Kitap 20 bölümden oluşuyor.
   Kitabın, “İstanbul'a Aşık Olmak: Sonsuzluğa Köprü Kurmak” başlıklı bölümünde, yazarın İstanbul’un unutamadığı yerlerinde unutamadığı aşkları yer alır. Kongar,”Ben en az 3 kez yaşadım. Dolayısıyla İstanbul'a da en az 3 kez aşık oldum: Önce yaşayacaklarımı hayal ederken… Sonra yaşarken…En sonra da yaşadıklarımı anımsarken” sözleriyle…
“Bir sinagog, bir kilise ve bir caminin sırt sırta aynı mekanda bulunduğu dünyadaki tek mekan olan Ortaköy'e en az 3 kez aşık oldum.”s.18
"Sınıf atlamak isteyen sonradan görmelerin işgaline uğrayan Nişantaşı’na, Harbiye’ye, Osmanbey’e, Maçka’ya, İstanbul’un işgali/yağması öncesi yaşadığım her olayda, en az 3 kez aşık oldum.” s.19
”Kendisini, aşkın kendi içindeki kurdu olan ihanetten de sakınmamıştır.”
Genel olarak keyifle okuduğum bir kitaptı. İstanbul’la ilgili tarih, efsaneler ve bilgiler var. İyi okumalar.


21 Aralık 2019 Cumartesi

EN ESKİ YÜZ



Yazar Adı: Pelin Buzluk
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 84

   Pelin Buzluk, 1984’de Ankara’da doğdu. Öykü ve yazıları 2002’den bu yana çeşitli dergilerde yayımlandı. Deli Bal, ilk öykü kitabı, Yaşar Nabi Nayır öykü ödülünü almıştır. En Eski Yüz adlı kitabı da Sait Faik öykü armağanını kazanmıştır. Kitapta, şehrin en koyu gecesinin puslu dünyasının öykülerini okuruz. Konular vurucu, dili ve sonları çok etkileyici.


Su İşi
Yazar, bir dönemin karartma gecesini işleyen öykü ile karşılıyor okuru. Kahramanın gerçekleri öykünün sonunda alaşağı ediliyor. Kahramanla birlikte kafanızda soru işaretlerine ulaşıyorsunuz. Orada bir yaşam dünyası oluşturuyorsunuz. Yazar okuru azımsamamış.
Ortanca Oysa…
“Peşimizden yetişemediler ama başka kentlerde önümüze çıkacaklar. Bacaklarımızın arasında gizlediğimiz namuslarını merakla. Gözlerini elden ele verip üzerimize dikecekler. Göğsümüze, kalçamıza, bacaklarımıza. Bir namustur ki üstümüzden toplayıp atamıyoruz.” s.75
Deray
İnsan bulamayacağından eminse eğer aramaya kalkışmadığında o son zayıf umudu sarf etmemiş oluyor.” s.52
Gemisiz
“Denizler cinayet işlemezler, aslında kimseyi istemezler.” s.41 Arda Kemirgent.
“Oysa denizi anlamak için üstü bomboş olacak. Yalnız köpük. Denizi anlamak için insanı unutacaksın. Sadece kayıklara izin verilmeli. Onların alçak gönüllü sallantılarına.” s.42
Başka Esnada
“Bu eşsiz düşün tadına varmak istiyordum. Gerçeklerle yüzleşmek ya da aslolana ermek gibi bir derdim yoktu. Gerçek neye yaramış ki şimdiye kadar.” s.37
Tozlu Cennet
 Bireyin cinsel özgürlüğünü ve görünürlüğünü yok sayan düzene karşı kurgulanmış bir öykü.
“Aşk sözcüğünü keşfetmemiş olmayı yeğlerdim. Adına aşk dediğimizde anonimleşiyordu, herkesin anlattığıyla bir oluyordu.” s.21
Uçurum
Düş atmosferinden acı gerçeklere doğru salınan bir kız çocuğunun öyküsü.
“Düşmeler bitmiyor düşlerimde. Bir haber daha almaktan korkuyorum.” s.69
Dördüncü
İzbe bir meyhanede tek başına bir kadın. Erkek şiddetinden kaçıyor ve tanımadığı bir kadının evine sığınıyor. Yazar, bu öyküde yara ile ilişkimizi deşmek istiyor. Yaralarımızın rehberliğinde yaşıyoruz.

“Biri gelmez yaralar, biri gelir yaralar. Biri de sade kabuğu kavlamaya gelir. Bunlar dörde ayrılır.” s.30
“Bir kadının gülmesi neşeli ya da mutlu olmasından başka her anlama gelir çünkü.” s.27





14 Aralık 2019 Cumartesi

TANRILAR OKULU



Yazar Adı: Stefano D’anna
Basım Yılı:
Yayınevi: Sinedie Yayınları
Sayfa Sayısı: 443

  Stefano D'anna,(1949-2014) ekonomist, sosyolog ve best seller yazar kimliklerinin yanı sıra vizyon sahibi eğitmen. Türkiye'de çok kez bulunmuş çeşitli konferanslar vermiştir. Bir röportajında, "İstiklal Marşı'nıza bakın, çocuklarınıza korkusuzluğu öğretin. Marşınız "Korkma" diye başlıyor. İşte İstiklal Marşının başlangıcındaki bu mesaja bakın ve "düşünüyorum öyleyse varım" diyenlerin arasına katılın." demiş. 



  Dil bakımından ağır bir kitap. Edebiyat yönü zengin. Kurgusunda boşlukları çok fazla, genel olarak güzel bir kitap. Konusu ise olumlu düşünmenin genel olarak getirileri, besin ve nefes almadaki yanlışlarımız, kendi kendimize engel olduğumuzu anlatan bir kişisel gelişim kitabı denilebilir. Eğer hayatınızdan memnun değilseniz, kötüye doğru giden bir şeyler oluyorsa mutlaka okuyun. Herkesin içindeki Dreamer'le tanışın. Bir zamanlar Ferrarisini Satan Bilge'nin yerini Dreamer alıyor. “Mea culpa” dediğimiz felsefeyi benimsemiş bir kahraman. Hani hayatta karşılaştığın iyiliğinde kötülüğünde senin çekiminle ilgili olduğunu bildiriyor. Bir de din konusunda keskin düşüncelere sahipseniz okumayın, kendinize eziyet etmeyin. Benim kitaplığımda 5 yıl kadar bekleyen, 50 sayfa okuyup bıraktığım tek kitaptır. Demek zamanı gelmemişti. 
  Kişisel gelişim kitapları insanı sadece bilinçlendirip, sorgulatabilir. Hayatımızın temelini yaşadıklarımızdan ders çıkararak öğreniriz. Aynı hataları yapmak çamurda sürekli patinaj yapmak gibidir. Hayat çıkarımları, yaşam becerileri geliştirerek yaşamı dikkatlice ve farkında olarak yaşamalıyız.
   Yazar, insanların kalbini Pandoranın kutusuna benzetiyor. Başlıca sorunun buradan kaynaklandığını, olumsuz düşüncelerini yenemediğini, kötülüklerden kurtulamayacağını, dünyayı nasıl düşünürsen öyle olacağından , oluştan bahseder. “Bireysel Devrim” için önce hayal edip sonra büyük maceraya hazır olduğunu bilmen gerekir. Bütünlüğüne ve cennetine yeniden kavuşmak için bu kitap bir anda eline geçecek ve seni bulacak. İyi okumalar.
“Olanaksız olan olanaklı olanın alçaktan görünüşüdür.”



6 Aralık 2019 Cuma

VİTRİNDE YAŞAMAK



Yazar Adı: Nurdan Gürbilek
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Metis
Sayfa Sayısı:123

   Nurdan Gürbilek, 1956 Kütahya doğumlu, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu. Denemeci, eleştirmen yazar.

“Bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, o kadar uzaktan dönüp bakacaktır size.” Bilge Karasu’nun Nurdan Gürbilek için söylediği bu cümle yazarın kalemini çok güzel özetliyor. Benim için çok değerli bir yazar oldu. Kalemi sağlam, yoğun bir şekilde düşünce içerikli kitapları var.


  Vitrinde Yaşamak, 80’ler Türkiye’sinin siyasal koşullarını, dinamiklerini, kırılmalarını değerlendiren müthiş bir inceleme kitabı olmuş. Bir siyasi darbenin ardından, kurulan piyasanın içine doğan yeni bir kültürel ortamı çelişkileriyle çözümlemeyi amaçlayan bir kitaptır.
   Kitap, ince fakat ağır bir kitap. Dolu dolu bilgiler var. 80’lerde yaşadığım olayların en bilinmedik halleriyle karşılaştım. Darbeler Olmasın!
“Bireyle topluluğun kaderlerinin ayrıldığı, bireyin iç dünyasının dış dünyadan koptuğu bir toplumun ifadesidir, roman.” s.85
“Bir camekanda yaşamak kusursuz bir devrimci erdemdir. Walter Benjamin” s. 28
“Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir Vitrinde yaşıyoruz hepimiz.” s.29
“Reklamlar iyi haberlerdir. Ama şu da doğru: Televizyon haberinin seyirciye verdiği en iyi  haber aslında kötü haberdir. Çünkü buradaki esas haber kötülüğün dışarıda, seyircinin de içerde, güvende olduğudur. Ölümün kol gezdiği, bu tehlikelerle dolu tekinsiz kamu karşısında, intihar, terör ve kazaların kabusu karşısında seyircinin özel dünyası her zaman daha iyi, daha güvenli olacaktır.” s.115
“Hiç bir hayal, vaat ya da olumsuzluğun büyüyü bozmasına, neşesini kaçırmasına izin vermiyor. Bugün bizim için cevabı henüz açık olan soru da bu: Ya geri dönen ya belki hala bastırılmış olan yada başka bir şey, bu sefer hayali olmayan bir vaadi taşıyabilir mi?” s.109



30 Kasım 2019 Cumartesi

AMAK-I HAYAL



Yazar Adı: Filibeli Ahmed Hilmi
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: Dorlion
Sayfa Sayısı: 185

    Filibeli Ahmet Hilmi, 1865 yılında Bulgaristan’da bulunan Filibe’de doğmuştur. Mutasavvıf kimliğinin yanında oldukça ünlü bir Müslüman fikir insanıdır. Onun düşünce dünyası Mehmet Akif’i, Necip Fazıl Kısakürek’i etkilemiştir. Ahmet Hilmi, yaşadığı dönemde maddeci düşünürleri ve filozofları yoğun biçimde eleştirmiştir. Felsefe tarihini çok iyi bilmesi nedeniyle bir süre İstanbul Üniversitesinde felsefe öğretmenliği yapmıştır. Siyasi yazıları dolayısıyla Kahire ve Fizan’a sürgüne gönderilmiştir. 1914 yılında da şaibeli bir şekilde zehirlenerek öldürülmüştür.


  Amak- Hayal (Hayalin Derinlikleri)  Cumhuriyet öncesi edebiyatımızın hem şanslı hem şanssız kitabı sayılır. İlk baskısını 1910 yılında yapmıştır. Hala ilgi görmesi ve sevilerek okunması açısından şanslı bir kitaptır. 
   Kitap, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, Ahmet Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşması ve dokuzuncu günün sonunda vedasıyla biter. Biraz fantastik ögeler barındırır, masal tadında anlatımı vardır. Ejderhalar, periler, Kafdağı, Anka…Yazar, Günlük maceralara derin anlamlar verir. İkinci bölüm, Ahmet Raci’nin Manisa deliler hastanesindeki hatıralarını içerir. Daha çok sosyal konulara yer verir. İnsanların ilahi kitapları anlamadıklarını vurgular. Mesela 65 yaşındaki hiç evlenmemiş bir erkeğin 15 yaşındaki bir kızla evlenmesinin bazı olumsuzluklarını çok güzel bir ironiyle anlatır. Bu açıdan iki bölümde birbirinden bağımsızdır.  Kesinlikle sıra dışı ve ilham verici bir kitap.


23 Kasım 2019 Cumartesi

SON ADA



Yazar Adı: Zülfü Livaneli
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 183

  “Livaneli’nin bu benzersiz yaratıcı romanında insan yapısı otoriteyle karşı karşıya…Yazar, bizi dünyamız üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Mutlaka okunmalı.”
                  Prof. Lenore Martin, Harvard Üniv.


  Livaneli’nin en politik romanıdır. Türkiye ve dünya hakkında düşündüklerini, ıssız bir adada yaşayan insanlar, martılar ve bir diktatör ekseninde yazıya dökmüştür. Ülkedeki olayları anlatmak gazeteciliğin işidir. Olayları olup bittikten sonra yorumlamak, sosyoloji ve tarihin, öngörülerle anlatmak ise sanatın işidir. Arka kapaktan. 
 “Bir kez daha hayat sanatı taklit ediyor”.
  George Orwell’da Hayvan Çiftliği kitabında,İnsanları ve ülkeleri diktatörlerden korumak adına, hayvanlar  üzerinden yazmıştı. Daha pek çok yazar yapılması gerekenleri hep anlattılar. Sonuç?
  Kitabın kurgusu mükemmel. Büyük bir keyifle okudum. 2009 yılında Orhan Kemal roman ödülü almış bir kitap. Ütopyanın distopya ya dönüşmesini müthiş anlatmış.
“DEMOKRASİ: Çoğunluk diktatörlüğü. Maurice Duverger’in tanımı.
”Yavaşça” mevzi kazanan diktatörlere en başta “Hayır” demek gerekir. Roman toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinden yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” Kitabın sonundan Livaneli ile yapılan bir söyleşi yer almaktadır. Kitabın içeriğini çok güzel özetliyor.
 Kitapta, anlatıcı ile adada yaşayan yazar arasındaki diyalog etkileyiciydi.
“Bırak psikoloji, karakter, insan ilişkileri, eylemlerden çıksın” kelimeleri güzelleştirerek ya da şiddetlendirerek, güzel tasvirlerle insan hallerini anlatmaya kalkma. Sen eylemi anlat, gerisini okur kafasında tamamlasın Aristo da böyle demişti.
-Bir örnek versene
-“Eski çağlarda bir delikanlı, insanların dişlerini de tedavi eden bir hekimin kızına aşıktır. Sırf kızı görebilmek için oraya gider delikanlı ve sevgilisinin yüzüne bakarak otuz iki dişini çektirir. Şimdi bu eylem üzerine hangi sevda sözlerini ekleyebilirsin ki? Hepsi zayıf kalır.” s.165




10 Kasım 2019 Pazar

ZAMANIN FARKINDA



Yazar Adı: Şule Gürbüz
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı:196

   Şule Gürbüz, ilk kitabı Kamburdan, tam 18 yıl sonra kaleme aldığı bu çalışma ile (Zamanın Farkında), 2012 yılında, Oğuz Atay öykü ödülünü aldı. Günümüz edebiyat sınırlarını aşmış, kendince yeni bir edebiyat ekolü oluşturmuştur. Bunu oluştururken de, kendi deyimiyle “gayretkeş” okur için bir yol haritası olarak planlamıştı. Anlatım tekniği çok da alışık olduğumuz türden değil. Karmaşık cümle yapıları, karmaşık ifadeler, devrik cümleler… iğneleyici ve sorgulayıcı bir dille yazılmış. Cümle yapıları uzun fakat çok etkileyici. Her cümle bir hikaye sanki. peki ne anlatıyor? Esasında belli bir konusu yok. Yazarın iç dünyasına seyahat ediyorsunuz. Hislerini hislerimizle tanıştırıyor. Karşılıklı içsel bir sohbet gerçekleştiriyorsunuz. Felsefe ve edebiyatın ve sanatın birleşmesinden oluşmuş hoş bir kitap. 5 farklı öyküden oluşuyor.


 1.BÖLÜM kitabın daha rahat bölümü.Müzik Hocasının zamanla geçtiği yolun zorlukları ve bu yolda karşısına çıkan anlamsız kuralları eleştirmesi ve sorgulama hali anlatılıyor.
“Ben müziği seviyorum. Oluştuğu şeyleri değil. Bu notalar bana ortaya dökülmesi değil gizlenmesi gereken şeyler gibi geliyor.” s.20
“Göğüs kafesimde bir daralma ve kaburgalarımın kalbime batmaya başladığını hisseder etmez başımı çeviriyorum ve bir ”azını çok gösteren, azıyla hem kendi doyan hem aptal doyuran” görüyorum. Ağrım kramp halini alıyor.” s.31
“Hani bazen insanın başına bir dert, bir tatsızlık gelir. Ama bu neredendir diye düşününce yaktığı bir can, incittiği bir şeyler, sebep olduğu bir kötülük kolaylıkla görür.” s.32
“Eve dönmek kendine sarkıntılık etmekten başka nedir ki?” s.34
“Ne tuhaf çocukken hep görünmez olmak isterdim, meğer zaten görünmezmişim, dahası herkes meğer görünmezmiş. Kalp saklı, gizli, sırlı,hileli, sahibinden bile ayrı iş ve oluşlarda,…” s.41
“44 yaşındayım. Yaşımdan utanıyorum, halbuki başımdan utanmam lazım…Genç olmak umurumda değil de yaşımın adamı olmadığımı sezmek beni perişan ediyor.” s.42
  2. öykü, Cansın,  24 yaşında babasıyla annesinin aldığı hediyeler sonucu ölmek isteyen bir genç. Edebiyat ve kültür kumkuması bir ailenin çocuğunun, kendini bulmasına ve keşfetmesine izin verilmeyen gencin isyanıdır.
“Mutlu ol Cansın, sofistike merakların olsun, gözlerin parlasın, öyle ölük ölük durma, mutlu ol bir kiraz sapı, taze ekmeğin tuşesi.” s.79
“İngilizce demek ondan şakası, ciddiyeti, felsefesi, lafazanlığı, dalgası ile uzak şey demekti.” s.81
“O daha çok, beğendiği yada uzun bulduğu cümleleri çizer, kenar köşesine bir şeyler karalardı. Babası annesinin bu karalamalarına hayrandı. “ Bacon bir ise, sen ikisin” derdi. Annesi bu iltifatı da çok olağan karşılar, babasına, hizmet eden garson aşinalığında bakardı. Annesi nedense lütuf, sadakat, sakınma, merhamet, bilge görünmek gibi kelimelerin altını çizmiş, …” s.83
“Anlama o kadar sancılı bir süreç, kabullenme o kadar eziyetli bir hal ki, anlamak ve kabul etmek, bunu içine sindirmek, bu hal ile bir olmak çekmek anlamına da gelebiliyor. Anlamak öyle bir sancı ki, insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşcasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor. Anlama öyle zor ki, anlayışı ve onunla gerçekten bir olup olmayışı her an, her şeyle sınıyor, hep anlamanın neticelerini istiyor.Ve nihayet gerçekten anlamışsa, anlama gerçekleşmişse o darlık giderek genişliyor, içinde dökülen bir giysi, koruyucu tılsımlı bir gömlek, başın üstünde görünmez bir hale dönen ve her şeyi tatlılaştıran bir ışık oluyor.” s.88
  3. öykü, Mezarlıktan Geçiş;  Leyla karakterinin, hayatını yanlış bilgilerle hazırlattığını unuttuğu astroloji haritasına bağlı kalarak geçirmesini anlatıyor.
“Gençlikte insanın içi bomboş olduğundan içine ne düşse büyük gürültü çıkarıyor elbet.” s.106
“Her zaman bölümünde zamana hiç değmediğini, zamanı yaşayan, tüketen, öğrenen ve diğer periyoda geçenler gibi bir birine değme, yaşadığının farkındalığı olmadan hep kendi içine gömülü bir sır olarak kalmak.” s.107
“Zaman akar mı, içinden mi geçilir, tümüyle dışındadır da uzaktan ve kenarından mı bakılır?” s.113
  4. öykü Mutfak, neşeli bölüm. Bazı mutfaklar kendi yaşamını bazıları da başkalarının yaşamını konuşur.
“Hep bu gazetelerin , televizyonların yüzündendi….Eline bir fincan kahve alıp da ağız tadıyla içemiyor. Birisini taklit ettiği zannına kapılıyordu.” s.119
“O korkak yaşamaya cesaret etmişti, ömür boyu yakasını bırakmayacak bir şeyle yaşamaya.” s.121
“Mutfağı en kutsi, evin en can alıcı yeri gördüklerinden masraf demek, mutfak masrafı, eksik gedik demek, mutfak eşyası, beceri demek mutfaktaki beceri demek idi.” s.122

  5. bölüm kitabın da adını verdiği can alıcı bölümdür. Zamanın Farkında; Aslan beyin  yalanlarını, yanlışlarını, görünmemek için yapıyor gibi göründüğü şeyleri, toplumu, insanların yapıp ettikleri üzerinden eleştiriyor.
  Düşünce ve zihin akışına, dilin üstünlüğüne önem vermiş, ontolojiyi mesele edinmiş bir yazardır. Olaylar, kurgular kahramanlardan oluşan bir edebiyat formunda yazılmamış bir anlatı kitabıdır. Anlattığı şeyin yüksek bir dile ihtiyacı var.  Soru sorma, düşünebilme gibi, olan biten sadece zihinde ve dilde oluyor.
   Edebiyatın temel direği bu: İnsanın asli işlerinden biri kendini gözlemlemek, hem de keskin bir gözle. İnsanın kendi üzerinde hatıraları birikiyor.
   İyi yetişmiş, iyi niyetli, gayretkeş okurlara ihtiyaç var. Metinlerde gülecek ve kederlenecek şeyleri yakalıyorsunuz. “Belli referanslara sahip olmayan insanlar bazı metinlere karşı taş kesiliyorlar.” Burada kutsal kitaplardan, felsefeye, tasavvufa, mistisizme içli dışlı bölümler var. Cesurane cümleler var. Onlar sizin derdiniz değilse kitap dilsiz kalıyor. Ölümü bu dünyadan koparmıyor, gidilecek bir yer olarak görüyor. 
Ölüm: yaşamım devamı. ( Doğal gaz evi ısıtsa da içini ısıtmıyor)
   Zor okunan bir kitap oluyor. Şule Gürbüz’ün edebiyatı yoğun bir edebiyat. Çok boyutlu ve katmanlı metinler var. Monologdan diyaloğa dönebiliyor, sorular geliyor. Hayat öyle ya da böyle bir karşılık veriyor. Metinler, İnsana şifa gibi de geliyor.
 “Akil olmayan deli olabilir mi?” s.137
“İstiyorsunuz ki doğru bildiğiniz iki cihanda da doğru olsun, siz buranın mamurları oranın müsteşarları olun. Hem de burada seni işe sokan orada da şefaat etsin.”Bizden bizden” desin.” s.138
“Dünya vatandaşı derken dilini şaklatıyorsun da hayat kadını deyince neden dudak büküyorsun?” s. 139
“Ömrün boyunca doğru söyledin öyle mi? Doğrular sana elverişliydi de ondan….Utanmanın ve eksikliğin ve sıkıntının adını neden değiştirdiniz?” s. 139
“Herkesin kendi yerine yaşadığı kendi yerine öldüğü söylenir hep, ama herkes kendi de değil, kendi yerinde de.” s.140
“Zaman hafızada biriken ve arandığın da,sadece orada bulunan mı?” s.150
“Kendini bir kez çıplak gözle görebilse insan, bir bakabilse yapamadıklarına değil bu hali ile yapabildiklerine şaşar.” s.150
“Söylediklerim kendimi tedavi etmeye mi yönelik, anlamaya mı, avutmaya mı yoksa zamanı farkına varmadan ağrısız geçirmeye mi ya da farkına varılmış bir zamanın yankısı mı hiç bilemedim.” s. 151
“İçine doğulan hayat, hep o hayattan sıçrama isteği veriyorsa ama doğana sıçrayacak bacaklar vermiyorsa ne olur?” s.151
“Basit ve cılız insanların yanında gereksiz yere yükselmeye çalışırım, ondan sonra onları da, lüzumsuz ve değersiz hayranlıklarını da ne yapacağımı şaşırırım. Bayağı aptalım anlaşılan.” s. 185
“Ama (köre ama demek bir çeşit edep, hatta insanı körlükten koruyacak dua kar bir söz gibi tılsımlı) kadının sesi  hep söylenen, fakat söylediklerine sinirlenmeyen, hayatı, tüm sözü, düşüncesi dert olan insanların ki gibi tekdüze, utanmasam neşeli diyeceğim tonda ve üsluptaydı.” s.192

1 Kasım 2019 Cuma

AKIŞI OLMAYAN SULAR



Yazar Adı: Pınar Kür
Basım Yılı: 1988
Yayınevi: Can
Sayfa Sayısı: 222

   Pınar Kür, 1943’de Bursa’da doğdu. İlk ve orta okulu Ankara’da, liseyi babasının UNESCO’da görev alması sonucu Newyork’ta okumuştur. Üniversiteyi İstanbul’da tamamlayan yazar, 5 yıl sonra Paris’te Karşılaştırmalı Edebiyat alanında doktora yapmıştır. Yayınlanan pek çok romanları (bazıları müstehcen bulunarak yasaklanmıştır) ve hikayeleri vardır.


   Akışı Olmayan Sular, hikaye kitabıdır. İçinde 5 ayrı hikaye bulunur. Yazar, gelişi güzel insan manzaralarını o kadar güzel anlatmış ki, hiçbir cümlesi gereksiz değildi. Kitap biraz nostaljik. Eski İstanbul insanları, tazeliği kaybolmamış aşkları, çocukça hayaller, arzular, kıskançlıklar işlenmiş. Bir çeşit erişilemeyen duygulardan yola çıkılıp öykünün “hikaye mimarisi” yapılandırılmış.
   Pınar Kür, 70’li yılların altın çağlarını yaşayan anlatı edebiyatının, kadın yazarlarından. Kitap, Sait Faik 1984 hikaye ödülü almıştır. Uzun zamandır beni içine alıp sürükleyen bir okuma haline büründüren bir kitaptı. Daha çok Pınar Kür okumak istiyorum, harika bir kalemi var.
“Yaşamadım. Çünkü yalnızca eskidim.” s.55

1.Hikaye, Biraz Daha Ölmek
“Hiç yaşamamışken daha az yaşamaya yargılıyorlar beni, ömrümü uzatmak için. Yaşamın izmaritini veriyorlar elime, sigara içmeyi yasakladıktan sonra…” s.59

2.Hikaye, Kısa Yol Yolcusu
“Neden o duraklardan birinde yaşamı bulacağımı sanıyorum, onu da bilmiyorum.” s.79

3. Hikaye, Leyla İçin Şiir
“Susun be! Susun artık! Yeter! Sessizlik istiyorum! Leyla’ya şiir yazacağım!
Sustular.
Işıkları kim söndürdü?” s. 140

4.Hikaye, Son Çizgi
“Yüzünü göremedi. Yüzünü çizilen en son çizgiyi göremedi. Görebilseydi anlayabilirdi belki, hiçbir yeni çizginin son çizgi olmayacağını… ölünceye dek.” s.158

5.Hikaye, Bitmiş Zaman Dair
“Şimdi Ahmet’de ölmüş.
…..aileden en kısa yaşayan o oldu. O günleri o yaşamayı anımsayacak bir ben varım dünyada artık. Ben de her geçen gün biraz daha unutuyordum.” s.222


25 Ekim 2019 Cuma

VADİDEKİ ZAMBAK



Yazar Adı: Honore de Balzac
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İlya
Sayfa Sayısı: 353

   Fransız yazar Balzac, (1799-1850) hayatı hep merak edilen bir yazar olmuştur. Fakir bir hayat yaşamış, ailesinden sevgi görmemiş, kendinden büyük bir kadınlar yaşamış. Vadideki Zambak romanında kendi hayatından esinlendiği söylenir. İlk kez 1936’da yayınlanan başyapıtlarından biridir. Kitapta; felsefe, din, doğa, psikoloji, sosyoloji, tarih, romantik pasajlar büyük oranda işlenmiştir.


   Romanın çoğunluğu Fransa’nın Touraine eyaletinde bir vadide geçer. Başkarakter Felix’in, Kontes Natalie’ye yazdığı mektupla başlar. Ve Natalie’nin Felix’e yazdığı mektupla biter. Bu kadın kimdir anlaşılmıyor. Hatta bu kadını tamamen unutarak okuyorsunuz. Felix, ailenin en küçük çocuğu, annesi ve kardeşleri tarafından sevilmiyor. Yatılı okullarda parasızlıkla yetişmiş biridir. Lise yıllarında Paris’te siyasi ortam karışınca ailesi onu kasabaya geri çağırıyor. Kasabada katıldığı bir baloda çok güzel bulduğu bir kadının omzunu öper ve karşılıksız aşka tutulur. Madamme Henriette Mortsauf evlidir ve 2 çocuk annesidir. Felix dayanamaz aşkını Henriette itiraf eder. İmkansız aşk ve ızdırap başlar.1817 yılları, Felix kral XVIII. Louis’in sarayında gizli göreve atanır. Orada Leydi Dudley’le tanışır. Ve iki kadın arasında kalır…
”Bir melekle bir şeytanı aynı zamanda seviyordum; biri kendi kusurlarımızda dolayı kızıp kötülediğimiz bütün erdemlerle; öbürü bencilliğimizden dolayı küçümsemek istediğimiz bütün fenalıklarla bezenmiş iki kadın… her ikisinde de benden yoksun kalınca yaşayamayacağını düşününce göğsüm gururla kabarır.” s.293
Kitap, başlangıçta ağır ilerliyor, oldukça çok tasvire yer verilmiş.     Olaydan daha çok hisler anlatılmış. Henriette’nin aşkı ve hissettikleri şahane bir şey. Fakat beni rahatsız eden; Henriette’nin uğruna ölecek kadar çok sevdiği erkeğe yazdığı mektupta, kızı ile evlenmesini istemesi…!
“Sessizlik anlarında sende beliren o enfes sevilen kadın öfkesi neden? Yoksa bağışlanmak için benim sırlarımın öğrenilmesini gerekli kılan sırların mı var senin de?” s.7
“Madde dünyasında olduğu gibi ruhsal dünyada da bir takım elektrik akımları, ısı değişimleri mi var yoksa?” s.36
“Kadının kocasına bağlılığının sembolü olan altın halkayla bağlı olduğu o ağır zinciri hiçbir kuvvet kıramaz.” s.84
“Şimdi benim sevgili Henriette’m…. büyük bir heyecanla dua ediyordu; inanç, bir derinlik bir secdeye kapanmışlık, bir dinsel heykel duruşu veriyordu ona; içime işledi bu.” s.97
“Birkaç mısrasına bakarak Sadi’yi nasıl anlıyorsanız, bir çiçek demeti aracılığıyla ruhlarımız arasında meydana gelen haberleşmeyi de öyle anlayacaksınız.” s.118
“Bir anne değil de bir üvey anne olan toplum, daha çok kendi gururunu okşayan çocukları sever.” s.163
“Ahlakın da dereleri vardır ve bu derelere düşen bazı kimseler kendilerini boğan balçığı soylu insanların üstüne sıçratmak için didinirler.” s.168
“Asilin yükü ağırdır.” s.169
“Ama insanlardan şikayet edenlerle ve dünyada hep nankörlerle karşılaştıklarını söyleyenlere benzemeyin. Kendi kendini heykelleştirmek bu?” s.169
”Benliğinde iki ayrı kadın: Biri zincire vurulmuş kadın (ki bütün sertliklerine rağmen beni büyülüyor.)
Öbürü serbest kadın (ki tatlılığı aşkını ölümsüzleştiriyor.)” s.223
 “Bir kadın toplumun kendisine izin verdiği duyguların dışında bir duyguya kapılınca bu duygu ne kadar dayanılmaz olursa, o kadın, onu kalbinde boğmak, kendini kocasına ve çocuklarına feda etmekle o oranda erdemli bir kadın olacaktır.” s.266
“Bazen isteklerimizin konserine uygulanmış bir müziğin ustalıklı makam değiştirmeleri…” s.287
“Başkalarının mutluluğu artık mutlu olmayacak kimselerin sevincidir.” s.331
“İnsan düşüncelerine hakim olamaz. Ama düşünceleri acılar arasında hapsetmek, zararsız hale getirmek mümkündür. “ s.337


17 Ekim 2019 Perşembe

GECENİN SONUNA YOLCULUK



Yazar Adı: Louis-Ferdinand Celine
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı:573

    L.F. Celine, Fransız romancı (1894- 1961) orta halli bir aileden gelmekteydi. 1912’de orduya katıldı. I. Dünya Savaşında cephede ağır yaralandı. Daha sonra casuslukla görevlendirilerek İngiltere’ye gönderildi. Bir süre Afrika’da tıbbi araştırmalarda bulundu. Fransa’ya döndüğünde tıp okudu. Paris’in yoksul bir mahallesinde doktor olarak çalıştı. Sosyalizme yakınlık duyarak 1935’te SSCB’ye gitti. “Bir Katliam Etrafında Ivır Zıvır Şeyler” adlı kitabındaki Yahudi aleyhtarı görüşleri yüzünden suçlandı. Danimarka’ya kaçtı. Bir süre hapiste yattı. 1951’de Fransa’ya döndü.


  Celine, 1932’de yayınlanan ve Renaudat ödülünü alan Gecenin Sonuna Yolculuk adlı kitabıyla ünlendi. Savaş yıllarındaki ve Afrika'daki izlenimlerini yansıtan bu roman, dilin kalıplarını kırarak, sokağın sesini duyurup, dilini, argosunu edebiyata katarak metinlerini yoğurdu. “Anti burjuva bir dil” yarattı. 
“Alışılmadık sıklıkta ünlemle soru işareti saçıyormuşum, sağa sola bol miktarda üç noktayla havalandırıyormuşum yazılarımı, virgülle “ve” edatlarını da olmayacak yerlerde kullanıp kazara kucağımdan düşürmüş gibi serpiştiriyormuşum bambaşka bir mantıkla ama katiyen normal yazı dili kurallarının emrettiği yerlere değil!” s.559
 Alışılagelmişin dışındaki biçimiyle yaygın roman ölçütlerini zorlamıştır.
  Kitabı özel kılan hikayenin akışı değil doğrudan hayatın kendisi. Umudun ve aşkın dışında insana dair her şey var. Romanın kahramanı Ferdinand Bardamu; kayıtsız, insanların kalıplaştırmaya çalıştığı tüm değerlerden yoksun, nihilist, sefaletin içinde birisidir. Doktorluk bile onu sefaletten kurtaramıyor. Doktorluk mesleği sayesinde insanların derinliğine, çöplüğüne, tüm kirlerine daha fazla tanık oluyor. Kitabın diğer bir özel yanı ise Ferdinand Bardamu’nun hayatın içindeki duruşu, gözlemleri, yorumları, düşünceleri… İtici bir karakter olsa da okudukça sizde Bardemu’ya dönüşüyorsunuz.
“Savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum. Ben  savaş var diye üzülmüyorum… Ben kaderime razı olmuyorum… Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum… Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum.” s.84
“Savaş kimilerini yakmış kimilerinin içini ısıtmıştı, nasıl ki ateş bazen işkence eder bazen de ihya, bu içinde mi önünde mi olduğuna göre değişir. Kendi yağıyla kavrulmasını bilmek gerek o kadar.” s.245
“Bana böyle çok sevecen öğütler veriyordu, mutlu olmamı istiyordu. İlk kez bir insanoğlu benimle ilgileniyordu tabiri caizse içerden diyeceğim, bencilliğimle ilgileniyordu ve tüm diğerleri gibi durduğu yerde beni yargılamak yerine kendini benim yerime koyuyordu.” s.258
“İnsan gözden düşmek istediğinde halka iner.” s.304
“İnsan bir yerde takılıp kaldıkça nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatırınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar.” s.307
“O da namussuzun dik alasıdır zaten ezelden beri ötekinden bile daha içten pazarlıklıydı ama artık o iğrenç ruhunun derinliklerindeki çirkefi tümüyle ortaya çıkarmayı başardı.” s.359
“Duygum sanki yalnızca tatillerde gidilen bir ev gibiydi. Doğru dürüst dayalı döşeli dahi değil. Kaldı ki can çekişenlerin istekleri bitmez. Can çekişmek yetmiyor. Geberirken bir yandan da tadını çıkarmak isterler, yaşamın en alt kademesinde, damarlar üre dolmuşken bile, son hıçkırıklarla hala ille de doyuma ulaşmak gerek.” s.547



12 Ekim 2019 Cumartesi

KÖY ENSTİTÜSÜ YILLARI



Yazar Adı: Talip Apaydın
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: Literatür
Sayfa Sayısı: 202

  Talip Apaydın, 1926’da Polatlı’da doğdu. Çifteler Köy Enstitüsü’nü sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar bölümünü bitirdi. 1946’dan itibaren yazın ve düşün dergilerinde sürekli yazdı. Ülkenin çeşitli yörelerinde 30 yıl öğretmenlik yaptı. 2014 yılında öldü. Bütün yazınları köylülere, işçilere, yoksul insanlara ve kırsala dayanır. Hikaye, roman, anı ve oyun kitapları vardır. Köy Enstitüleri kapandıktan sonra söylediği sözleriyle derin bir sızı bırakan aydın.



“Bunu 1000 kişi hep bir ağızdan söylerdik, inanırdık. Milletin efendisi olacaktı köylü… ne kadar aldanmışız…”

  17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulan Köy Enstitüleri, kısa ömrüne rağmen bir çok aydın yetiştirmiş üzerinde hala derin tartışmaların sürdüğü Cumhuriyet’in en değerli kurumlarından biri.
   Apaydın’ın duygu yüklü kitabıdır. Sadece yazarın Enstitü yıllarını anlatmıyor, dönemin koşullarını, enstitülere atılan iftiraları, köy ve kent yaşamı, dönemin kültürel durumu, siyaseti ve insanını da en ince ayrıntılarına kadar işliyor. Sıkmadan, kendi anılarını başarılı bir şekilde sunuyor. Ve bunu kronolojik bir şekilde yapıyor. Akademik kitap okumak sıktığı için bu kitabı okumak bir şeylerin farkında olmak açısından önemli.
  Yazar, anılarını çok iyi yansıtmış. Sanki karşında konuşuyormuş hissine kapılmana neden oluyor. Çok etkileyici bir anı kitabıdır. Bu ülkenin, başarılı Mili Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve Hakkı Tonguç’un Köy Enstitülerini yaratma ve yaşatma çalışmaları uzun uzun anlatmış.
“En çok tarlada inşaatta çalıştığımıza şaşırıyorlardı.
 -Öyle şey mi olur? Efendi kısmı çalışır mı? Efendi dediğin kitap okur, yazı yazar. Masa başında oturur.” s.91


5 Ekim 2019 Cumartesi

KARILAR KOĞUŞU



Yazar Adı: Kemal Tahir
Basım Yılı:2016
Yayınevi: İthaki
Sayfa Sayısı: 359

    Kemal Tahir’de Nazım Hikmet gibi düşünce mahkumlarından. Hatta Nazım’la beraber tutuklanıp hapse atılmış.1938 yılında hapse girmiş, 1951 yılında serbest bırakılmış, Nazım ise sürgüne gönderilmiş.


   Karılar koğuşu kitabını, hapiste olduğu yıllarda yazmış. 1940’lı yıllardaki Anadolu’yu, baş karakter Murat (yazarın kendisi oluyor) ekseninde anlatıyor.  Romanın adı  her ne kadar Karılar Koğuşu olsa da kitap hapishanede erkek merkezli bir hikayeyi ele alır.
“Gece insanı rahatsız edecek derecede sakindi. Bu rahatsızlık, sabahın ilk saatlerinde başlayıp, gecenin yirmi birine kadar asla kesilmeksizin devam eden bi ton mapushane binasının öfkeli ve ümitsiz homurtusunun kesilmesinden ileri geliyor.” s.287
“Sükut ne acayip şey… Canlı gibi… Sanki arkasında durmuş bir yaklaşıp bir uzaklaşarak kendisiyle şakalaşıyor.” s. 288
  Kemal Tahir’in ölümünden sonra 1974 yılında yayınlanan romanıdır. Malatya Cezaevi deneyimlerini, 2. Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sini anlatmak için kullanmıştır. Türkiye, 2.Dünya Savaşına katılacak mı? Katılacaksa Almanların yanında mı Müttefiklerin yanında mı yer alacak? Savaşın belirsizliği insanları daha büyük sefalete sürüklerken Murat, hapis hayatının zorlukları içinde, giderek bayağılaşan insanların her şeyi yapabildiklerine tanık olur. Kitap, kötü yola düşmüş kadınların ceza evine gelmesiyle başlar. Anadolu kadınının hapishanede de bitmeyen çilesini anlatıyor. Arka kapaktan.
   İdama mahkum edilen Hanım, Malatya genelevinden gelen Tözey, Gardiyan Şefika ve küçük mahkum Aduş… Her birinin farklı hikayeleriyle dolu bir roman.
“Herkes kabahatli de cezayı yalnız Hanım, Tözey, Şefika çekiyor. Hanım'ın oğlancılık eden kocası, Şefika'nın eve o….  getiren efendisi suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa'nın hizmetkarına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa tarlada hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa ise Akçadağ Belediye reisi…” s.346
“Kanun böyle emrediyor. Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur sazı…” s.351
  Yazar gerçek hayattaki dostları Nazım Hikmet ve Piraye’yi oldukları gibi anar, Hitleri İsmet İnönü’yü sık sık cümlelerinde kullanır. Toplumun cinselliğe bakışını ve yaşayışını açık seçik anlatan bir yazar. Kitapta ikili konuşmalar çok yoğun olduğundan okurken biraz sıkıldım. Sosyoloji kitabı da denilebilir.
  Toplum inkılapları anlamamış, hele kadınlar kendilerine verilen hakların farkında değiller. Hala erkeklerin gölgesinden çıkamadıklarını görüyorsunuz.

29 Eylül 2019 Pazar

DEVLET ANA



Yazar Adı: Kemal Tahir
Basım Yılı: 2005
Yayınevi: İthaki
Sayfa Sayısı: 651

   Kemal Tahir’in tarihsel romanıdır. Eserde Osmanlı devletinin kuruluş dönemi konu edilir. Kemal Tahir Devlet Anayı hangi ilke doğrultusunda yazdığına dair bir konuşmasında:
  “Bir kere Batı’da roman nereden kaynaklanmış?... Masaldan, halk hikayelerinden mi?...Tamam! Benim de masalım var, halk hikayelerim var… Öyleyse romanımızı oturtacağım temel var bende…” diyerek, Türk romanının Batıyı taklit etmemesi gerektiğini, milli değerlerin romana konu olabileceğini açıklar. Devlet Ana, yapısı ve içeriğiyle milli nitelikte bir romandır. İlk baskısını 1967’de yapmış olup Türk Edebiyatının klasikleri arasına girmiştir. TDK’ dan, 1968 de roman ödülü almıştır. Kemal Tahir romana “Osmanlı Çekirdeği” adını vermek istemiş sonra “Devlet Ana” ismini uygun görmüştür.


   Devlet Ana karakteri, Rum bacılarına başkan seçilmiş olan Bacıbey’dir. Uzun boylu, yiğit bir kadındır. Güçlü olmasından dolayı da Ertuğrul Bey’den başkasını dinlemez. Disiplinli, sert mizacı ve saygı uyandıran koruyucu kişiliğiyle Osmanlı'daki devlet anlayışının simgesidir. Oğlu Demircan’ın öldürülmesinden sonra bu hürmete layık görülür.
   Yazar, Osmanlı Devletinin kuruluş yılları öncesine giderek, Türklerin töresini, kimliğini, Orta Asya’dan getirdikleri kültürlerini yansıtır. Yiğitlik, mertlik, eşitlik ve adalet gibi kavramlar Türklerin vazgeçilmez özelliklerindendir. Bu özelliklerini Anadolu topraklarında da yaşamaya devam ederler.
   Romanın konusu, Ertuğrul Gazi'nin at bakıcısı Demircan ve sevgilisi Liya’nın düşmanlar tarafından öldürülmesi üzerine kardeşleri Kerimcan ve Mavro’nun intikam almak için giriştikleri mücadele çevresinde ilerler. Romanda tarihi olaylar 1290- 1299 yılları arasında geçer.
   Kitap 6 bölümden oluşur: Kancık Vuruş, Uyandıran Işık, Dost çelmesi, Fal, Derin Geçit, Kerimcan’ın Yolu. Kitap yine yazarın diğer romanlarındaki gibi diyaloglardan oluşmuştur. Dönemin tasvirleri iyi bir şekilde anlatılmış, bol bol Türkmen deyimleri kullanılmış. Masalsı ve destansı bir dil kullanmış. Kitap beni tam anlamıyla içine çekemedi. Bu yüzden beğenmedim.
   Şeyh Edebali ve Osman Beyin diyalogu:
“Anadolu’yu bırakacağım şimdilik… Benim gördüğüm tez vakitte gidicidir, Moğol… Çünkü Moğol’un düzeniyle de uyuşamaz bizim Anadolu toprağı… Eski Yunan'ın Roma’nın düzeniyle de uyuşmamıştır çünkü… -Rahatça gülümsedi-: Bizim gazi beylikler çabalasın bakalım, Konya’yı ele geçirmek için… Boğuşsunlar birbirleriyle, güçten düşürsünler kendilerini boş yere… İşimi kolaylaştırsınlar! Verimli topraklara sahip olana yarar Anadolu… Tükenmez insan kaynağıdır, insanın zanaatı da göründüğü gibi köylülük değildir, devlet kuruculuğudur.” s.189
“Devlet gücünün kişisel çıkarlar sağlamak, kıyıcı tutkuları doyurmak için kullanılmasından her zaman iğrenmiştir.” s.374
   Osman tasviri de güzeldi:
“Gerçekten yakışıklı erkekti. Esmerliğinde buğday tatlılığı, biraz iri burnunda, köşeli çenesinde hele çatık kara kaşlarında, gücüne, iyi bahtına güvenen, mutlu erkeklerin iyimser rahatlığı vardı.” s.444
   Şeyh Edebali:
“İnsanlar ne yana gitseler, ölümlerine doğru giderler.” s.600


EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ



Yazar Adı: Fakir Baykurt
Basım Yılı: 2007
Yayınevi: Literatür
Sayfa Sayısı: 147

   Fakir Baykurt’un, klasik anlatımının tüm olanaklarından yararlanarak, gücü yetene hatta bitene dek, hasta yatağında yazdığı son romanıdır. O durumdayken okuyucusunu düşünen bir yazarı okumak gerekir diye düşünürüm. Kardeşliğin ve insanlığın evrensel olarak ele alındığı bir kitap. Okumak için geç kaldığım bir kitap oldu, siz geç kalmayın.


   Roman, Mustafa Güzelgöz adlı kütüphanecinin, eşekle köylere kitap taşıması ve karşısına çıkan engelleri anlatır. Tabi ki hikaye bu kadar basit değil. Amerikalara kadar uzanan namıyla Türkiye’yi gururlandıran Mustafa amcanın hikayesi. Gerçek hayattan alınmış bir karakterdir. Üniversitelerde kütüphanelerin temelini atan kişidir.
  “1854 yılında Ürgüp'e hem bir medrese hem bir kitaplık açıldı. Padişahta 817 kitap bağışladı….Sonra medreseler bütün ülkedeki gibi boş inançlara kör inançlara battı. Kitaplık ise 1914’de Eğitim Bakanlığına geçti. Ama medrese hala sürüyor. Özellikle kızları okutmaktan kaçınıyorlar. Oğlan okursa kadı, kız okursa cadı olur diye bir sözü ataların bir sözü gibi söyleyip kuşaktan kuşağa yayıyorlar. Müderrisler Osmanlı ordusunun savaşta yenik düşmekten kurtulması için 4444 kez Ayetülkürsi okunması gerektiğini söylüyorlar.
  Ben 1921 doğumluyum, sazı çok seviyordum. Oysa yurdumuzda saz günahtı. Anama ağlayıp sızladım, kendime bir saz aldırdım. Babam evde gördü, anama “çabuk yak bunu!” diye bağırdı. Böylece benim saz odun oldu.” s.39
  “Fatih’in ünlü sözünü düşünüyorum. Bir şehir kurmanın olmazsa olmaz 3 yapısı vardır: Kitaplık, kanalizasyon, hamam.”s.77
  “Mustafa Güzelgöz’ün başarısı öbür insanlara cesaret verdi. Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde kütüphanecilik okuyan gençler, her yıl Ürgüp'e gelip onun deneyiminden yararlanmak istiyordu.” s.88



21 Eylül 2019 Cumartesi

YILANLARIN ÖCÜ



Yazar Adı: Fakir Baykurt
Basım Yılı: 2006
Yayınevi: Literatür
Sayfa Sayısı: 275

   Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt, 1928 yılında Burdur’da doğdu. 1999’da Almanya’da öldü. Eserlerinde, yalın, şiirsel bir dil kullanır, halka mal olmuş deyişlere ve deyimlere de sıklıkla yer verir. Yazarın 1954 yılında yazdığı, köy hayatını anlattığı ilk romanı “Yılanların Öcü” benim de Fakir Baykurt’la tanışma kitabım oldu. Kitap, Yunus Nadi Roman armağanı yarışmasında birinci olmuştur.1959 yılında bu eser soruşturma geçirmiş, dönemin Milli Eğitim Bakanı, “Roman hem müstehcendir, hem de sol propaganda yapmaktadır.” diyerek, Baykurt'u öğretmenlik görevinden almıştır. 27 Mayıs 1960 Yılında tekrar göreve dönmüştür. Yazar aynı zamanda sendikacıdır.

  “1959 yazında, o zamanki Milli Eğitim Bakanıyla, İstanbul Milli Eğitim Müdürünün odasında oturduk yeniden tartıştık. Bakan romandan iki sayfa okumuştu. Ona göre bir insanı tanımak için 2 saat, bir romanı anlamak için 2 sayfa yeterdi. Bugün 1959’dan 1962’ye geldik. Şu geriliğimize bakın ki, bana saldıran senatörler, şimdi o, 2 sayfayı da gerekli bulmuyor, okumuyorlar!” Ön sözden.
   Yılanların Öcünü 28 yaşında yazmış. Doğup büyüdüğü ve çalıştığı köyleri, kasabaları, şehirleri incelemiş, toplumsal yapılar hakkında bilgi edinmiştir. Roman aslında bir üçlemenin ilk kitabıdır. 2. Irazca’nın Dirliği, 3. ise Kara Ahmet Destanı. Kitapta yöresel şive kullanmıştır. Kitabın sonunda sözcüklerin anlamları mevcut. Yer yer argo da kullanmış fakat rahatsız etmiyor, yormuyor , inandırıcılığı da artırıyor.
   Roman, Türkiye’nin yoksul bir köyü olan 80 evli Karataş köyünde geçer. Kahramanımız Kara Bayram, köyün yoksullarından biridir. Kara Bayram ailesi Türkiye’de topraksız ya da az topraklı ailelerden bir tiptir. Babadan kalma tek odalı bir evde karısı, 3 çocuğu ve evin direği anası Irazca ile yaşar. Irazca, dertli kadındır, yaslıdır. Bir o kadar da dişlidir. Kendi hallerinde yaşarlarken bir gün huzurları kaçar. Köyde kıyametler kopar. Başlarına gelmedik kalmaz. Kara Bayram gibi yoksulların ipi gerçekten, sırtını ilçedeki kodaman particilere ve yöneticilere dayamış muhtarın ve Deli Haceli’nin elindedir.
   Fakir Baykurt bu romanıyla köydeki küçük hesapları, fırsatçıları, siyasetteki uzantılarını ve zalimlerin ezdiği güzel insanları anlatır. Çok beğendim. Okuyun… Kitap, 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gönen tarafından filme çekilmiştir. Ben çocukken izlediğimi hatırlıyorum.
 “Yüreğim ceviz kabuğunun içine girdi.” s.230
“Bu millet, millet değil, illet! Bir sezdiler mi adamın yasıldığını, binerler dalına.” s.104
“Doğruyu ahrette mi söyleyeceğiz.” s.104
“Hiçbirisi derimizin altındaki yaraları görmedi.”
“Allah kardeşi kardeş yaratmış ama geçimlerini ayrı yaratmış!” s.25