29 Aralık 2018 Cumartesi

MEMLEKET HİKAYELERİ



Yazar Adı: Refik Halit Karay
Basım Yılı: 2015
Yayınevi: İnkılap
Sayfa Sayısı: 183

Türk edebiyatı, Fec-ri Ati dönemi eserlerine kaldığım yerden devam ediyorum. İyi okumalar.
   Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri kitabı, katıksız hikaye keyfi yaşatıyor. Anadolu'nun yarım yüzyıl içinde değişen ve değişmeyen davranışlarına ışık tutuyor. Okurken yazarın eşsiz görüş ve anlayışına hayran kalıyorsunuz. İnsan ve sosyal hayatın üzerine yazdığı bu hikayelerde dönemin manzarasını, psikolojisini ve mantığını çok derin, dolu ve gerçekçi şekilde yaşıyor ve yaşatıyor. 18 hikayenin tümünde bir canlılık ve aydınlık var. Anadoluyu anlamanın yolu bu kitaptan geçiyor. Hiç bir siyasal inanç gözetmeden bütünüyle insanların acılarını incelemiş. Psikoloji ve sosyoloji eseri kadar kıymetli bir kitaptır. Yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin gücüyle ün yapmış Türk edebiyatının başında gelir.


   Sus Payı hikayesini 1909 yılında yazması o engin insan zekasıyla mümkündür. Çünkü o yıllarda Türk sanayisi yeni kurulmak üzereyken ve işçi problemi yokken yazması çok ileri görüşlü olduğunu gösterir.
   Yatık Emine, (Feneryolu1919) hikaye, Ankara’ya iki gün ötede küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabanın kadınları bol bol evlenmekten ve sık sık çocuk doğurmaktan başka ömürlerinin tadı ve acısı yoktur. Kaçma kaçırma gibi olaylara tek tük rastlanır, ahlaksızca olgular çok az görülür. Sazsız, sözsüz, düğünsüz, derneksiz ölü bir hayat vardır. Kasabada tek aykırı olay Yatık Emine'nin sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bundan çok rahatsız olur. Fakat valilik emrine karşı gelemezler. Önce hapishanede sonra hastanede barındırmaya çalışırlar. Sürekli dövülüp dışlanır. Kasabanın dışında bir eve yerleştirirler. Hiç kimse hiçbir esnaf yiyecek dahi vermez. Kış gelir. Sonra Emine’den ses çıkmıyor, evine gidip bakarlar, soğuk ve açlıktan ölmüştür.
   Şeftali Bahçeleri hikayesi, kasabaya yeni gelen Yazı İşleri Müdürü Agah Bey, dünyanın gidişatından habersiz, kuramsal görüşlerle büyümüş, dik başlı, kuru zevkli bir adamdı. Kafasının içi kasabaya geldiği gün yeni düzenlemeler, örgütler, yardım dernekleri gibi ağır düşüncelerle doluydu. Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu kafası almıyordu. 1 yıl sonra!... hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp “Gel keyfim gel” diye söylenir.
   Koca Öküz hikayesi, Hacı Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler dağıtır.
   Vehbi Efendinin Kuşkusu, Bilecik'te yaşanır. Vehbi Efendi kantar katibidir. Kendi halinde kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. İftiraya uğrar.
   Sarı Bal, hikaye Çorumda yaşayan yerli tipleri özel havası içinde çok ince taşlamalarıyla anlatır. Mevki sahibi kimseler bu eve hep uğrar. Bu evde içki, zina, eğlence her şey vardır.” s.70
   Şaka, üç arkadaş denizde çapkınlığa çıkarlar, içlerinden Servet Bey çok iyi yüzücüdür. Rum kızı Destina’ya şaka yapmak ister, denize girer fakat geri dönmez. Servet Beyin ağa dolanmış cesedi denizden çıkarılır.
   Boz Eşek,” hayvan bir önem kazınmıştı ki; önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Bu dinsel bir ödevdi.”
   Yılda Bir hikayesinde ” Bekir Elif’in vücudunda kapanmış bir bıçak yarası gördü, parmağını oraya dokundurup “Nedir bu?” diye sordu. Bu soruda sanki hakkı yenilmiş bir adamın öfkesi vardı. Kadın güldü. Hiç cevap vermedi…”
   Bir Saldırı hikayesi, beni ağlatan hikayelerden biriydi. “Mütareke yıllarında bulunuyorlardı, cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastanede tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardır. Bu öyle bir devir idi ki yalnız askeri bir felakete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi. Koca bir insan soyu dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla özellikle bozulan ahlak ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.” s.169
   Toplumsal ve bireysel ahlak problemleri üzerine tespitleri çok gerçekçidir. Mutlaka okuyun. Tekrar tekrar okuyun.


22 Aralık 2018 Cumartesi

SEVGİLİ



Yazar Adı: İnci Aral
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 279

   İnci Aral; çocukluğu ölümler, göçler, ayrılıklarla geçmiş, halanın yanında yaşamış, içe kapanık, hırçın bir çocukken kitaplara sarılmış bir yazarımızdır. Okuyarak ve yazarak çocukluk yaralarını sarmış. 40 yıllık yazarlık serüveni önce mektuplarla başlamış, ilk öyküsünü 1977 yılında yazmıştır. Kalemine hayran olduğum yazarın İçimden Kuşlar Göçüyor, Mor, Taş ve Ten, Safran Sarı kitaplarını okumuştum. İnci Aral dupduru Türkçesi ve yalın anlatımıyla “Sevgili” kitabını okuruyla buluşturuyor.


   Yılmaz Güney, hakkında etraflı bir bilgiye sahip değilim. Hayatını bir amaca adamış, zorluklara rağmen yılmayan, dava adamlarının mücadeleli hayatlarına hep saygı duymuş, hep ilgimi çekmiştir. Sevgili kitabı da bir Yılmaz Güney biyografisidir.
   Kitabın kahramanı Yavuz ve Nilüfer. Yavuz’un babası kan davası yüzünden Çukurova’ya göçmüş, topraksız, yoksul bir ailedir. Bir gün eve kuma getirir ve o gün Yavuz ilk kez acıyla tanışır. Annesi çocuklarını alarak Adana’ya göçer. Fakat hem anne hem baba onca yoksulluklarına rağmen sanki çok büyük dayanakları varmış gibi kendilerini yere vurmayan insanlardır. Gururlu, dışa karşı başlarını dik tutan yapıları vardır. O dönemin şartlarında o imkansızlıklar içinde bir sinema dahisi, baskılara rağmen yüzlerce film ortaya koymak hayranlık uyandırıcı.
   Nilüfer’le bir film setinde tanışırlar. Aşktan öte bir duyguydu Nilüfer'e hissettiği.
  ”Aşkın özünde körlük, inat ve mantıksızlık var.” s.34
  ”Sevgi insanın dünyaya açılan en güzel penceresidir.” s.43
   Nilüfer ise kolejli bir sosyete kızıydı. Liseyi bitirince ailesi eğitimine yurt dışında devam etmesini istiyordu. Yavuz ise yaşlı, eli silahlı, kumarhanelerde basılan ünlü bir sinemacıydı. İnatçıydı, Yavuz’un varlık nedeni film yapmaktı. Kavga adamıydı, sineması da kavga sinemasıydı. Nilüfer ise hayatta anlam bulmak istiyordu. Yavuz'a her zaman saygı ve hayranlık duymuştu.” Yavuz’un doğrularını kural sayıp kendi doğrularımı onun hayatı içinde eritmeyi ne ölçüde başarabilirim?” s.66 
Ve her şeye rağmen evlendiler.
    “Ben zorluğun gerçek anlamını bilemem. Zor koşullara doğup epey zaman ayakta kalma savaşı verdiğimden zorla kolayı birbirinden ayırmayı öğrenemedim. Bunun iyi yanı insana mücadele inadı ve başarı azmi kazandırması, kötü yanı ise fazla kabaran öz güvenin belaya bulaşmayı kolaylaştırmasıdır.” s.35
   Yavuz, siyasi çalışmalara da başlamıştı. “ O günlerde sol hareket belli bir toplumsallık ve meşruluk yakalamıştı. Özellikle 15- 16 Haziran yürüyüşleriyle öne çıkan, gelişen işçi sınıfı hareketinin de etkisiyle yükselişteydi. Ekonomik krizle yönetim bunalımına giren hükumet siyasal İslamı ve gericiliğin diğer kollarını yardıma çağırırken siyasetin tansiyonu hızla yükseliyordu.” s.106
   Yavuz ne film çekmekten ne de siyasi çalışmalardan vazgeçmiyordu. Çocukları oldu. O sırada hapse girdi. Yavuz Anadolu’da bir sinema tanrısıydı. Nereye girse herkes ayağa kalkıp tapınır gibi çevresini sarıyordu. Hapisliğinden sonra Kral imgesine birde siyasi muhalefet eklenmişti. Yavuz’un en çok Yavuz Günay olduğu dönemiydi.
   Kitap Yılmaz Güney’in hayatı etrafında 1 Mayıs 1977’yi, Maraş’ı, 1980 askeri darbesini yani dönemin önemli kavşaklarını da hatırlatır.
   Herkese keyifli okumalar dilerim.


14 Aralık 2018 Cuma

YÜZYILIN KİTABI Yüzyılın Lideri



Yazar Adı: Sinan Meydan
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: İnkılap
Sayfa Sayısı: 399

  Sinan Meydan 1975 doğumlu, Cumhuriyet tarihi ve Atatürk merkezli çalışmalar yapan, şimdiye kadar 27 eser yayınlamış, Araştırmacı- Tarih yazarımızdır. Bana bu kitabı hediye eden daima dost, gerçek insan, muhteşem sohbetlerimiz için minnettar olduğum Ayşegül'e sonsuz teşekkürler.


   Yazarın ön sözünden alıntıyla başlamak istiyorum.
  ”Günümüz tarih felsefesinin temellerini atan kişi Augustinus’tur. 4. Yüzyılda “Civitas Der” adlı eserinde, tarihin bir “düzen” ve “döngüsellik” taşıdığını ifade eder. İslam dünyasında tarih biliminin kurucusu, 14. Ve 15. Yüzyıllarda “İbn Haldun” dur.”
   Yüzyılın Kitabı, bugün yaşadığımız güncel olayların 1860’lardan 1960’lara uzanan tarihe ışık tutuyor. Ve yüzyılın lideri Atatürk çıkıyor.
  Yazar, Meşrutiyetten, 1. Dünya Savaşına; Kurtuluş Savaşından Demokrat Parti dönemine kadar olan tarihi yazıyor. Bu zaman dilimine dair çarpıtmalara, yalanlara ve uydurmalara cevap veriyor. II. Abdülhamit’in borsa oyunlarından, faiz batağındaki Osmanlıdan, savaşmadan masada kaybettiği toprakları; I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında perde arkasında yaşananları, zorlukları, tartışmaları ve savaşı yer yer fotoğraflarla destekleyerek tüm gerçekliği ile aktarıyor. İsmet İnönü ve Lozan tartışmalarına da değiniyor. Sevr’i bilmeden Lozan’ın anlaşılmasının zor olduğunu, Lozan’da elde edilen kazanımlara nasıl kara propaganda yürütüldüğünü anlatıyor. Menderes döneminde ABD ile imzalanan anlaşmaların sonucu Türkiye ekonomisinin ve tarımının nasıl zarar gördüğünü gözler önüne seriyor. Amerikan politikasının Türkiye’ye verdiği zararları, tam bağımsızlığa verilen mücadeleleri hatırlatıyor. 16 Nisan 2017 referandumunda başkanlık anayasasıyla Cumhuriyetten Meşrutiyete nasıl dönüldüğünü, 23 Nisan'ın nasıl bayram olduğunu, NATO’ya nasıl girdiğimizi, Atatürk ve İnönü ile aldatmanın oyunlarını ve en önemlisi FETÖ’nün kara kutusu Said-i Nursi’yi ve günümüze de etki eden pek çok tarihi olayı çarpıcı bir dil kullanarak anlatıyor.
  ”Dine bakarken “dincilik” yapmamak gerektiği gibi, düne bakarken “düncülük” yapmamak gerekir. Çünkü “düncülük” ve “ecdatperestlik” tarihi bilim olmaktan çıkarır. Hamaset haline getirir.” Diyen Meydan tarih bilimi “geçmişle uyuşturmaz, geçmişle uyandırır” diye vurgu yapıyor.
   Tarih okumayı seviyorsanız ve kaynaklarıyla beraber gerçekleri akıcı bir şekilde öğrenmek istiyorsanız bu kitabı okuyun, okutun. İnsanı sıkmadan, yormadan okunacak bir tarih kitabı. Kitap kapak tasarımı ve sayfalarıyla da bir kaynak kitap olmuş, kütüphanenizde olsun. Mutlaka okuyun...


8 Aralık 2018 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL



Yazar Adı: Yılmaz Özdil
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 498

            Beni görmek demek
mutlaka yüzümü görmek değildir.
          Benim fikirlerimi,
benim duygularımı anlıyorsanız
            ve hissediyorsanız,
                             bu kafidir.
                                         M. Kemal

   Yılmaz Özdil, gazeteci yazar kimliğiyle şahane bir Mustafa Kemal biyografisi oluşturmuştur. 10 yıllık titiz bir çalışma, 2000’e yakın kitap, makale, dergi  araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Atatürk'ü değil Mustafa Kemal’i doğumundan ölümüne kadar ki hayatını kaleme alıyor. Kitapta, tarih boyunca bildiğimiz yanlışlara değinilmiş, doğrular gösterilmiştir. Hangi bilgileri nereden bulabileceğimizden bahsetmiştir.


   Kitapta, Mustafa Kemal’in hayatına dokunan kişilerde mevcuttur. Annesi, babası, kardeşi, Salih Bozok, Latife, Fikriye, Nuri Conker, İsmet İnönü gibi pek çok kişileri anekdotlarla anlatmış. Yer yer ufak resimler kullanmış. Kimi fotoğrafları ilk defa görüyorsunuz. Nerede, hangi şartlarda çekildiği de çok güzel aktarılmış. Her sayfası duygu ve zeka yüklü.
   Kitaptaki son bölümde en beğendiğim kısım oldu. Mustafa Kemal’li yıllarda Dünya…
  ”20’li yaşlardayken, aspirin üretilmiş, Freud psikanalizm uygulamalarına başladı, Nietzsche, Oscar Wilde öldü.”
  Milli Mücadele yıllarında 38 yaşındayken, Ekim Devrimi yaşandı, Sovyetler Birliği kuruldu. Adolf Hitlerin Nazi Partisi kuruldu.”
   57 yaşında öldü. Suudi Arabistan’da petrol bulundu, Yahudi soykırımının miladı başlamıştı. Mustafa Kemal’in vefatından 10 yıl sonra da 2. Dünya Savaşı başlayacaktı.”
   Kitabın ciltli baskısı oldukça güzel. Kütüphanenize koyacaksanız mutlaka ciltli baskıyı almanızı tavsiye ederim. Kapağın ön tarafında Mustafa Kemal’in Mecliste kullandığı ilk imzası var. Çok anlamlı olmuş. Türkiye’yi kuran liderin tarihini merak ediyorsanız mutlaka okuyun.
   Her ne olursa olsun Mustafa Kemal’e hakaret etmekte yarışanların olduğu ve onun unutturulmaya çalışıldığı günümüzde bu kitap bir ilaç olarak geldi.
  ”Kemalizm sıfatını Türk basınında ilk kez Yakup Kadri Karaosmanoğlu kullandı. 1927 yılında. Yakup Kadri’ye göre Kemalizm bir şahsa ait değildi, Cumhuriyet’in parolasıydı, devrimciliğin adıydı.” s. 132
  “1981- 1893 arasında sadece Mustafa'ydı.
   1916’ya kadar Mustafa Kemal’di
   1921’e kadar Mustafa Kemal Paşa’ydı
   1934’e kadar Gazi Mustafa Kemal’di.
   1934’te Atatürk oldu.” s. 180
  ”Prenses Mevhibe Celalettin, ömrü boyunca “benimle gel” dediği ilk ve tek kadındı. Abdülhamit’in ve Vahdettin’in kız kardeşiydi.” s. 225
  ”Mustafa Kemal için kadın veya erkek ayrımı yoktu. Yürek var mı ona bakıyordu.” s.96


1 Aralık 2018 Cumartesi

BUDALA



Yazar Adı: Dostoyevski
Basım Yılı: 2010
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 704

   1868 yılında yazılan kitap, Dostoyevski’nin büyük romanlarından biridir. Dostoyevski Rus basınında yer alan bir cinayet davasından yola çıkarak yazar Budalayı. Hıristiyanlık ve ahlak çağrışımlarıyla yüklü göndermeleri vardır. Bir tutku romanı olan budala, Dostoyevski’nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır.


   Kitap, Lisa Knapp’ın, Budalanın yazılışı üzerine ön sözüyle başlar.
   Petersburg-Varşova treni hızla Petersburg’a doğru yol alırken, trenin 3. Mevki vagonlarından birinde, pencere kenarında iki yolcu karşılıklı otururlar. İkisi de genç, ikisinin de bagajı yok, ikisinin de ilginç yüz ifadeleri vardır. Prens Mışkin ve Rogojin.
   Romanın kahramanı Prens Mışkin sara hastasıdır. Tedavi gördüğü İsviçre’den dönerken, elinde giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Ailesinden son kalan kişiyi Lizaveta Prokovyenna’yı ve General olan eşini görmek üzere Petersburg’a gider. Yepaçinleri bulur. Burada Generalin 3 kızı Aglaya, Adelaida ve Aleksandra ile de tanışır. Prens ilginç kişiliği ile aileyi ve Petersburg’da tanıştığı diğer insanları etkiler. Ve hikaye böyle devam eder.
   Prens Mışkin’in yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mışkin tam bir saflık ve masumiyet içerisindedir. Dostoyevski’nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içersinde yaşamaktadır. Sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Zekidir. Herkes onu her zaman yadırgar ama onsuzda edemezler. Kitapta geçen: “ hem soyludur, hem milyoner hem de budala. Bütün erdemler bir arada” cümlesi prensi tasvir etmektedir.
   Kendisi de sara hastası olan Dostoyevski’nin Prens Mışkin’e kendi kişiliğinden pek çok şey koyduğu söylenir. Prens Mışkin’in anıları aslında yazarın anılarıdır. Kitapta üstün betimlemeler vardır, o yüzden büyük klasiklerdendir sanırım.
   Büyük usta Dostoyevski der ki; “ Bu devir sıradan insanın en parlak zamanı. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir.” Kitabın ana fikrini söyler. O devirle bu devir arasında bir fark yok aslında. Bu dünyada dürüst olmak budala olmak demektir.
  Kitabı okurken bazı yerlerde sıkıldım. Rus kültürüne hakim olmak, unvanları bilmek gerek. Önceleri kahramanların iç sesleri ilgimi çekmemişti. Zaman zaman yazarın kitaba girip okuyucuyla bağlantıya geçmesi, kitapta sohbet havası yaratıyor. Okuyun…
   Kitaptan alıntılar:
  ”Çocuklar insanın ruhunu hafifletir.” s.83
  ”Hiçbir şeye şaşmamak çok zeki olmanın işareti derler. Bence aynı ölçüde aptallığında işareti.” s.700
  ”Söyledikleriniz kalbimdedir. Kalbimin derinliklerinde! Orası sözlerinizin mezarıdır!” s.564
  ”Bireysel “sadaka” dedim, insanın doğasını incitir, kişiliğini aşağılar. Ama örgütlü “sosyal sadaka” ile kişisel özgürlük iki ayrı kavramdır ve biri ötekini yok etmez.” s.511
  ”Kuşkusuz bunu bana sorması, çok büyük zeka sahibi bir insanın kimi zaman son anda işi yazı turaya dökmesi gibi bir şeydi.” s.635
   Prens Mışkin’in Nastasya Filpovna’ya duyduğu tutkulu aşk ve Aglaya Yepaçin’e hissettiği ölümcül sevgi arasında bocalayan biri. Yazar çifte aşkı çok güzel anlatır. Dostoyevski tanıdığım en büyük psikolog oldu. Deliliğin sınırlarında dolaşıyor, bence de. Diğer eserlerini de okuyacağım. Eğer sizde okumadıysanız mutlaka okuyun.


23 Kasım 2018 Cuma

DOPPLER



Yazar Adı: Erland Loe
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı:116

   Norveçli polisiye yazar Jo Nesbo’dan sonra tanıştığım, ikinci Norveçli yazar oldu Erland Loe. Daha doğrusu renkli kişilikteki arkadaşımın hediyesi yazarla tanışmama vesile oldu. 
   Kitabın kahramanı Doppler, kendi seçtiği yalnızlığı yaşamak için ormana sığınmıştır. İnsanların yalanlarından, düşüncelerinden, temsil ettiklerinden, katlanmak zorunda olduğu her şeyden sıyrılıp ormana çadırını kurmuştur. Konforlu bir hayata, sisteme, eşe, çocuğa, arkadaşlara bir başkaldırının hikayesidir.


   Kitapta oğlu ve kızıyla diyalogları, oğlunun yanına gelmesi, eşinin hamile kalması, eşi tatile gideceği için tekrar şehre inip okul toplantısına katılması, hırsızlık yaptığı evde tanıştığı ev sahibi, kendi evine hırsızlığa gelen hırsızla muhabbeti, ormandaki sağcı adamla muhabbeti ve geyiğimiz BONGO; kitabın yan karakterleridir. Şehirden kaçıp doğaya sığınmak az çok herkesin hayatında düşündüğü bir eylemdir. Sakinlik ve huzura kavuşmanın hayalidir. Kahramanımız Doppler de herkesin hayalini gerçekleştiriyor. Özgür ruhlu çılgın olarak tanıdığım Doppler, benim için bir anda sorumsuz, hayırsız bir aile babasına dönüşüyor. Çoğunlukla kızıyorum. Fakat çadırında, yıldızların altında geyiğiyle huzurla uyuması da kendine hayran bıraktırıyor. Bu durumda onu anlamamak haksızlık olurdu. Doppler’e hissettiğim bu ikilem sanırım yaşamımızı anımsatıyor. İskandinav ülkelerinde de böyle bir yaşama özlem şaşırttı beni. Oralarda bile kaçış fikri var demek ki. Bu galiba insanlığın ortak isteği.
   Hikayede absürd bir komedi ve toplumun eleştirisi vardır. Okurken Doppler’in düşüncelerini ve diyaloglarını sorgularken bir yandan da fazlasıyla gülüyor bulacaksınız kendinizi. Yazar anlatmayı değil, göstermeyi seçmiş. Kurgusu çizgisel bir akış izliyor. Olayların geçtiği zaman Kasım ayında başlayıp Nisan, Mayıs aylarında sona eriyor. Bu zaman içersinde de geriye dönüşlerle öykü genişliyor. Çevirisi iyi, dili yalın, mizah gücü olan metinler kullanılmış. Kısa ama etkili bir anlatım olmuş
   Alıntıladığım paragraflarla kitap hakkında birazda olsa fikir edineceksiniz. KEYİFLİ OKUMALAR.
  ”Bazen insan eğlenceli olmayan işler yapmak zorunda kalır. İnsan oturduğu dalın en ucuna gitmeye cesaret edebilmeli ve hatta dalı kesebilmeli.” s. 111
   Okul toplantısındaki sistem eleştirisi:
  ”Takas ekonomisini müfredata alınması gerektiğini söylüyor. Gençler her şeyi satın almak yerine eşya ve hizmet takasına yönlendirilmeli. Dünyanın geleceği buna bağlı. Dünya insanlara ait değil. İnsanlar dünyaya ait. Çiçekler kız kardeşimiz. Hava sıcaklığının ya da ağaçlardaki rüzgarın sesinin sahibi kim? Dallardaki bitki örtüsünün özlerinde bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede babamın ve onun babasının sesi de mevcut. Bastığımız toprakta atalarımızın tozları bulunuyor. Dünyanın başına gelen her şeyin bizimde başımıza geleceğini, dünyaya tükürürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuklarımıza öğretmemiz gerek.” s. 50
   Orman hakkındaki düşünceleri:
  ”Ormana taşındım, işten ayrıldım. Çünkü yapılabilecek tek akıllıca şey buydu. Orman sakin ve dostanedir. Denizin sağı solu belli olmaz. Bir dağın da. Ama ormanın sağı solu bellidir ve başka her yerden daha az kafa karıştırır. Denize, doğaya ve insana hiçbir şekilde güvenilmezken, yaşamını ormanın ellerine hiç tereddütsüz bırakabilirsin çünkü orman dinler ve anlar. Orman yıkmaz, yeniden kurar ve her şeyin büyümesine izin verir.” s.51
  ”Bir daha asla fatura ödemeyeceğim. Takastan, hırsızlıktan ve ormandan geçineceğim. Ben ölünce de orman benden geçinecek. Anlaşma böyle.” s. 53
   Devam edecek
   İnşallah


17 Kasım 2018 Cumartesi

HERKES KENDİ HAYATININ KAHRAMANI



Yazar Adı: Gülcan Özer
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 189

“Aşkta, evlilikte, ilişkilerde valizimizle getirdiklerimiz…” kitabın alt başlığı.


   Dr. Gülcan Özer’in okuduğum ikinci kitabı, kendisinin de ilk kitabıdır. Psikiyatr, terapist olan Özer, iyi bir dinleyici olmanın kattığı güzelliklerin hepsini kendi süzgecinden geçirip bu kitapta anlatmış. Karşılıklı sohbet ediyor gibi kısa, öz nokta atışlar yaparak kendimize ayna tutmamızı sağlıyor. Bu durum da kitabı kendi türlerinden farklılaştırıyor.
  Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, aşk, evlilik, ilişkiler, mutlu ve mutsuz evlilikler, boşanmalar, çocukla iletişim, yaşlılık, anne, çocuk kimlikleri ve bunların yansımalarını anlatıyor. Her bölümün sonunda dilek kısmı var ki daha da lezzetli kılıyor kitabı. Hiç bitmesin dediğim kitaplardan biri oldu.
”Konuşamasaydık,sesimiz, kelimelerimiz olmasaydı ne olurdu? Dokunsaydık, görseydik, koklasaydık ve kelimelerimizin sarhoşluğundan kurtulup sevseydik ne güzel olurdu.
  Ve fakat
  Madem konuşarak lanetlendik o halde dibini bulana kadar konuşacağız…
  Anlama umudu, anlaşılma hayali…
   Böylece ömür geçip gidecek…”
İlk bölüm başlar. Kitabın odağında “asırlardır aslanlar gibi kurumsal birinciliği kimselere kaptırmayan” evlilik var. Kesinlikle bir çift terapisi havasında ya da evliliği nasıl kurtarırsınız gibi sıradan, sulandırılmış bir dertten ziyade kendimizle olan ilişkimizden kopan, iç sesini bulamayan insanın dramına eğiliyor.
   Kendi hayatımızın kahramanı olmamıza odaklandığı için herkesin okuması gereken bir kitaptır. Zaten başarısı da buradan geliyor. Özer’in ezberlerle işi yok. “İnsan iyi gelen aydınlık bir ömür dilerim…” der ve kitabını sonlandırır. OKUYUN MUTLAKA.


9 Kasım 2018 Cuma

EKMEK ARASI


Yazar Adı: Charles Bukowski
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Metis
Sayfa Sayısı: 268

  Charles Bukowski ile tanıştığım ilk kitap ve bana hediye olarak veren değerli arkadaşım, (manen yüksek, yüce yaradılışlı dostum) yazarla tanışmama vesile olmuştur. Bukowski kimdiri anlamanın sanırım en doğru yolu “Ekmek Arası” kitabını okumaktan geçmektedir. Kendi hayatını otobiyografik olarak anlatmış. Charles Bukowski (1920-1994) Amerikalı yazar.


  Kitap, Henry Chinaski’nin küçüklüğünden başlayarak, evden ayrılana kadar geçirdiği süreyi anlatır. Katlanılmaz okul yıllarını, ona işkence eden babasını, sürekli ağlayan annesini ve hiç uyuşamadığı çevresini, fakirliği, baskıyı bazen hüzünlü bazen de neşeli olarak verebilen bir kitaptır.
  Bukowski’nin kendine” Henry Chinaski” takma adını seçmesinin nedeni; Henry babasının adı, China yani Çin (onun muhteşem olduğuna inandığı ülke, Amerikayı yok edecek olan ülke) olduğu için; “ski” ise Bukowski'den gelen tek parçadır. Böylece çocukluğuyla ilgili her şeyi tek isimde birleştirmiş.
  Korkunç bir çocukluk geçiren Bukowski, bunun acısını insanlardan özellikle kadınlardan çıkarmış. Kitapta, umursamazlığı özellikle dikkat çekiciydi. Bu kadar umursamaz olabilmek için onun kadar acı mı çekmek gerekir?
  1939 yıllarında liseden mezun olur ve Hitlerin ülkeler üzerindeki baskısını ve o günkü durumu da güzel açıklıyor.
  Yazarın ruh halini tam olarak anlayabilmek için bazı kalıpları kenara bırakıp, gerçekten anlatmak istediğini anlamaya çalışmalıyız. Sadece küfreden bir yer altı yazarı olarak düşünülmemelidir.
  Gayet akıcı bir kitap, insanı buhrana sürüklüyor, karamsar bir hava oluşturuyor. İnsanın içine işliyor. Ayrıca küfür ve argo oldukça fazla. Çok doğal bir dil kullanılmış. Aralardaki mesajlar çok dahiceydi. Türkçe çevirisi de olağanüstü. Sizde tanışın isterim.
  Bukowski’nin tek derdi yalnız kalıp içmek, olabildiğince insanlardan kaçmak. Kütüphaneyi keşfetmesi, yazarlığa nasıl adım attığının göstergesi. En çok ilgimi çeken kısım:
 “Halk kütüphanesini keşfetmiştim. Kütüphanede dolanıp kitapları incelerdim. Aldatmacaydı hepsi. Sıkıcıydılar. Hiçbir şey söylemeyen sayfalar dolusu kelime. Tek tek deniyordum kitapları. Bulduğum ilk gerçek kitap Upton Sinclair adında bir yazardı. Cümleleri basit ve öfkeliydi. Sonra ikinci bir yazar buldum. Sinclair Lewis, kitabın adı Main Sokağı idi. İnsanların üstündeki riyakarlık tabakalarını soyuyordu. Her gün bir kitap okuyordum.
Birgün rafların arasında dolanırken “Tahtaya Ve Taşa Boyun Eğ” başlıklı bir kitaba rastladım. İyi bir başlıktı. Çünkü buydu yaptığımız. Kanlı canlı satırları ile bu Lawrence’dan neden kimse söz etmemişti bana? Neydi bu gizlilik? Reklamını niye yapmıyorlardı? D.H.Lawrence’ın bütün kitaplarını okudum. Başka kitaplara götürdü Lawrence. Huxley’e mesela. Yağmur gibi geliyorlardı. Her kitap başka bir kitaba yönlendiriyordu beni. Dos Passos’a geldi sıra. Amerika üzerine üçlemesini okumak bir günden fazla sürmüştü. Dreisser açmadı beni. Sherwood Anderson açtı. Ve Hemingway geldi. Ne heyecan! Bir cümleyi oturtmayı biliyor. Sözler cansız değildiler, insanın beyninde mırıldanan şeylerdi sözler. Onları okuyup sihrine varabilirsen acı çekmeden yaşayabiliyordun, başına ne gelirse gelsin ümidini yitirmeden Rus yazarları okuyordum. Turgenyev ve Gorki’yi. Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda. Başka birinin gerçeği sizinde gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir.” s.(138-140)


3 Kasım 2018 Cumartesi

KÖRLÜK



Yazar Adı: Jose Saramago
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 331

   2007 yılında İstanbul kitap fuarı için ülkemize gelen, 1998 Nobel Edebiyat ödülü alan Jose Saramago, 2010 yılında yaşamını yitirmiştir. Portekizli sosyalist yazarın okuduğum ikinci kitabı “Körlük” romanında, körlüğü metafor olarak kullanılarak modern insanı ve onun yarattığı liberal demokrasi sistemini eleştirir.


   Kitap, adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir şehrinde geçer. Araba kullanmakta olan bir adamın kırmızı ışıkta beklerken aniden kör olmasıyla başlar. Beklenmedik bu durum karşısında korkan ve panikleyen adam, çevreden birinin yardımıyla evine götürülür. İlerleyen günlerde ilk kör olan adamı takiben bu adamın eşi, onu eve götüren ve arabasını çalan adam, muayene için gittiği göz doktoru, orada bekleyen hastalar, doktorun sekreteri, eczacı da dahil şehrin çoğu hızlı ve ani şekilde körleşmeye başlar. Gözlerde fiziksel bir sorun bulunmamaktadır. Aniden bir sis perdesi gelir ve süt deryasına benzer beyaz ışığa hapsolurlar. Beyaz felaket denilen bu salgını hükumet yetkilileri kontrol altına alırlar. Daha önce akıl hastanesi olarak yaptırılan binaya götürülürler. Hepsi kör olan bu çaresiz insanlar kendi başlarına, yiyeceğin ve temizlik malzemelerinin az olduğu hapishane benzeri yerde yaşam mücadelesi vermeye başlarlar.
   Yazarın yarattığı kurgu çürümüşlüğün bir öyküsüdür. Bireyler otokontrollerini kaybederler. Çeteler, açlık, tecavüz giderek artar. İnsanlar onurlarını da yitirirler.
   Ayrıca kitapta hiçbir karakterin adı yoktur. Karakterler, fiziksel özelliklerine ve mesleklerine göre yani sıfatlar takarak anlatılıyor. “Doktorun karısı, ilk kör adam, koyu renk gözlüklü genç kız, şaşı çocuk, polis, taksi şoförü gibi.” Bir diğer özelliği de diyalogların sadece virgülle ayrılması. Çok ilginçtir, okurken hiçbir şekilde sorun oluşturmuyor. İlk başlarda şaşırtıcı geliyor sonra üsluba alışıyorsunuz. Yazar kitaplarında, yazı dilindeki imla kurallarına ve noktalama işaretlerine kafa tutuyor. Bu alışılagelmişin ötesindeki durum kitabı ve yazarı büyülü kılıyor.
   Bir distopya kitabı. Okuru karanlık ve kaotik bir hikayenin içine sokuyor. Ve kitap boyunca sorular sorduruyor. Neden beyaz körlük? İnsan onuru nedir? Peki ya iyilik? Ahlak? Eğer kötülük açlık ve ölüm gibi dürtülerle kötülük olmaktan çıkar mı? Erkeklerin kadınlar üzerindeki güç gösterileri bir acz göstergesi midir?
   Yazar kötü bir dünya kurgulamış, neyse ki bir kurgu. Öyle bir dünya yok. Körlük, unutulmaz bir roman olarak aklınızda kalacak, canınız yanacak. Kesinlikle okumaya değer.
  ”Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.” s:213
  ”Verilen sözler her zaman tutulmaz bazen zayıflığımız bazen de hiç hesaba katmadığımız yüce bir güç yaptırır bunu bize.” s:214
  ”Yanıt hep ona ihtiyaç duyulduğunda gelmez akla, çoğu kez de beklemek verilebilecek tek yanıttır.” s:263
  ”Bütün hikayeler evrenin yaratılış hikayesine benzer, o anda orada kimse yoktur kimse tanık olmamıştır ama yine de olanları herkes bilir.” s:267
  ”Sessiz kalmak en kuvvetli alkışlamadır.” s:310


27 Ekim 2018 Cumartesi

DENGE

   Türkiye'nin en önemli şairlerinden biri olan Turgut Uyar, 4 Ağustos 1927 yılında Ankara'da dünyaya gelmiştir. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairiydi. Türk edebiyatının hüzünlü şairi Turgut Uyar; ayrılık, hüzün, özlem, aşk ve sevgi temalı şiirler kaleme almıştır.22 Ağustos 1985 tarihinde 58 yaşında hayatını kaybetti. İşte Turgut Uygur’un yazdığı denge isimli şiiri...
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.
   Bizi kendimize çağırır. Biraz boş vermişlik, biraz eyvallah barındırır dizelerinde. Etrafa kulaklarını tıkamaz, etrafın kulaklarını açar. Kuralları yoktur. "Aşkımda değişebilir, gerçeklerim de" diye devam eder. O tam dünyaya göre, o tam kendine göredir. Sokakları, ağaçları eleştirenlere sorar. "Ama sizin adınız ne?" 
Bozulan dengeler için güzel şiirdir. Sezen Aksu gibi harikulade bir sesten kulaklarımıza misafir olması da ayrı bir tat bırakıyor. Dinleyin...


20 Ekim 2018 Cumartesi

KATRE-İ MATEM



Yazar Adı: İskender Pala
Basım Yılı: 2012
Yayınevi: Kapı Yayınları
Sayfa Sayısı: 519

   Katre-i Matem, Od ve Bülbülün Kırk Şarkısı kitaplarından sonra üçüncü İskender Pala kitabım oldu. İskender Pala, Divan edebiyatı alanında ülkemizin önde gelen ismidir. Kitaplarında çoğunlukla o döneme ait şiirler vardır.


   Katre-i Matem: Matem damlası anlamına gelir.

  Hikaye genel olarak bakıldığında; Osmanlı Lale Devrinde yaşayan iki gencin aşkları etrafında döner. Kahramanlarımız; Topaç Yeye, Şehnaz’ın aşkından bimarhaneye düşmüş olan bir genç adam. Diğer tarafta evlendiği ilk gece eşi Nakşıgül’ü kaybeden aslında bir Osmanlı şehzadesi olduğundan bihaber, Kara Şahin. Ve hepsinden önemlisi Kara Şahin’in, Nakşıgül’ün soğumuş ellerinde bulduğu bir lale soğanı ile hikaye başlar.
   Kitapta lale ile ilgili bilgilerin yanında; Lale devrinde Osmanlının durumu, halkın yaşayış biçimi, sosyal yaşam, Lale devri mimarisi, Patrona Halil isyanı, saray diplomasisi gibi birçok bilgi yer almaktadır. İskender Pala'nın bir müzayededen satın alıp içindekileri yalınlaştırarak bastırdığı bir kitapmış. Gerçek yazarı bilinmemektedir. Ayrıca kitap, Patrona Halil, 3. Ahmet, Damat İbrahim Paşanın kişilikleri hakkında da bolca bilgi içeriyor. Çok güzel derkenarlara sahip bir kitap. Özellikle Leyla – Mecnun hakkında olan derkenarları ile etkileyici olmuş.
   Derkenar: Osmanlıda resmi evraka ayrıca kitap kenarına konulan dipnot demek.
 Özellikle tarih ve polisiye sevenlerin kaçırmaması gerekir. Okurken tarihin detaylarını öğreniyorsunuz. 66 soruda cinayet, 66 bölümden oluşuyor. İnsanda bu bölümden sonra ne olacak hissi yaratması ile akıcılık yaratıyor.  Fakat çok fazla yan karakter var. Kafa karıştırıyor, bırakılabiliyorsunuz.
   Tarihi romanların ve filmlerin öğrettiği bilgileri hiç bir ders kitabı öğretemiyor.
   Kitaptan alıntılar:
  ”İnsanlar aklın bizi yönlendirdiğini zanneder. Hakikatte aklı yönlendiren bir olumlu bir de olumsuz müteharrik vardır: Gönül ve nefs. Aklımız gönlümüzün önüne düşerse insan kendi yaratılışına uygun şeyler üretir; nefsin önüne düşünce sapkınlık başlar. Bu dengeyi kurma noktasında insana irade gücü verilmiştir.” s:39
  ”Akil olan adil olur.” s:132
  ”Aşk asla paylaşılmayan sır.” s:87
  ”Dikkat et, fakirliğin en büyüğü ahmaklık; zenginliğin en üstünü akıldır.” s:178
  ”Kişi dilinin altında gizlidir. Ahmağın kalbi dilinde; akıllının dili kalbindedir.” s:289
  ”Gözyaşları ne kadar çok şeye tercümanlık yapıyordu. Damladığı, süzüldüğü, aktığı veya kana dönüştüğü zaman hep ayrı manaları vardı. Gözyaşları gizli duyguları açığa vuran mektuplar gibiydi.” s:352


13 Ekim 2018 Cumartesi

ANTİK YUNAN MİTOLOJİSİNİN KADINLARINA DAİR Öyküler



Yazar Adı: Nesibe Çakır
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Ayizi Kitap
Sayfa Sayısı: 94

   Nesibe Çakır, 1967 Almanya doğumlu, eğitimini İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve sanat tarihinde tamamlamış yazardır. Şimdiye kadar 3 adet kitabı basılmıştır.


  ”Nesibe Çakır, antik Yunan mitolojisinin kadın figürlerini, mitolojideki belirsiz boşluklardan yararlanarak ve fantastik edebiyatın sağladığı özgürlükle yeniden anlatıyor bize.” Arka kapak
   Kitapta en çok Medusa, Andromeda ve Pandora ilgimi çeken tanrıçalardır. Diğerleri de güzel kurgulardı. Kitabın sonunda kişiler sözlüğü ve sözlük yer almaktadır. Okurken bazı mitolojik kavramları anlamakta zorlanıyorsunuz. Fakat arkadaki sözlükten yararlanınca kitabın akışını kolaylaştırıyor. Güzel hikayeler vardı. Okuyun.
   Kitaptan alıntı:
  ”Tanrıların kurmacasın da tüm dertlerin kaynağı olarak kadın gösteriliyordu. Bu akıllara sığmayan yalanı kurdular. Çünkü atalarımızın zamanından bu yana süregelen anaerkil düzen yıkılmalıydı. Onlara rağmen avcı-toplayıcı kökenimiz ve yabanıl hayata bağımız; dişil benliğimiz sayesinde her zaman korunacak! Kabullenmek istemeseler de.” s.84


7 Ekim 2018 Pazar

MALAFA



Yazar Adı: Hakan Günday
Basım Yılı: 2005
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 212

   1976 Rodos doğumlu yazar, Brüksel’de eğitimini tamamlamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Celine, Elias Canetti, Herman Hesse, Harry Mulisch, Yahya Kemal Beyatlı, Rıfat Ilgaz kitaplarıyla büyümüştür. Birbirinden şahane 8 kitabı vardır. 2014 yılı Türk-Fransız Edebiyat ödülünü kazanmıştır. Yer-altına meyyal dili, insanı yorumlama biçimi ve kışkırtıcı cümleleri ile kendine has bir edebiyat yazarıdır. “Kaybedenlerin romancısı” denilebilecek bir tarzı vardır.


 Malafa: Kuyumcuların kullandığı yüzük düzeltme ve numaralandırma aracı.
   Kitap, turizmin en gözde yeri, kalbi sayılan Antalya’da Topaz Jewelery Center denilen avm  de geçen bir günü anlatıyor. Geniş bir zaman aralığı yok sadece 2 saat denilebilecek bir sürede ve tabi flashbacklarla anlatılıyor. Günday, büyük bir kuyumcu merkezinde işlerin nasıl yürüdüğünü orada çalışan tezgahtar Kozan’ın ağzından yazıyor hikayeyi. Avm de geçen tezgahların ve tezgahtarların hikayesi.
   Kozan karakteri bir kuyumcuda çalışan, asıl işi tezgahtarlık olmayan ama hayatın oraya sürüklediği bir tezgahtar. Kaderi burada şekilleniyor ve şekillendiği yerin bir numaralı adamı oluyor. Ve Kozan’ın o günkü avı bir turist aile. Turistler onlar için sonuna kadar kanı emilecek avlar. Kozan yalan, üç kağıtçılık, kurnazlık üzerine mastır yapmış bir karakter. O kadar hızlı ve ikna edici konuşuyor ki karşısındakiler ona adeta büyüleniyor. Malı satmak için türlü tezgahların döndüğü dükkanlar, turizm acenteleri, rehberler, dükkan sahipleri arasındaki pazarlık ilişkileri vs. Okurken psikolojiyi zorluyor kitap. Okuyan belki de bir daha kuyumcuya gitmek istemeyecek, tatildeyken harcama dürtülerini törpüleyecek. Antalya’dan, kuyumcudan, turizmden insanı soğutuyor. Çünkü kitap çok acımasız gerçekleri beynimize kazıyor.(Hakan Günday taktiği) Bizim bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz şeyleri çok iyi tespitlerle zihnimizi açıyor. Yer yer çok isabetli paragrafları var, güzel benzetme ve cümleler kuruyor. Zekice gözlemleri var.
   Kitap 5 bölüm başlığı altında verilmiş:”Uyanış, Tanışma, Tezgah, Tanışma, Uyanış.” Sondaki Uyanış baştaki Uyanışla bağlanmış. Kitapta bir çok hikaye aynı anda yürüyor. Kitabın metaforu; tezgah. Son bölümü şu cümlelerle bitirir: “Kimin tezgah olduğu tezgahın sonunda belli olur.”
 ”Dünya bir tezgahtır. Tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölünce anlaşılır.” s.212
    Kitaptan alıntılarla bitireceğim.
 “Evladım her şey hayırla başlar. Müşteri “Hayır!” der, ben “Hayırdır” derim.” s.53
 “Türkiye caza benzer. Bir sonraki notanın ne olduğunu tahmin edemezsiniz. Ve bu yüzden dinlemeye devam edersiniz.” s.148
 “Çünkü tatil bir insanın gerçek zaman ve mekandan uzaklaşmasıdır. Kendi başına hayal kurmaya gücü yetmeyenlere paketlenip sunulmuş bir üründür. Tatilin kullanım kılavuzu ise rehberdir.” s.158
 “Tabi ki bütün tezgahtarlar ahlaksız ve suçlu değildir. Ancak tezgahtarlık, ahlaksız ve suçluların, kişilik özelliklerini değiştirmeden yasal olarak yapabilecekleri ender mesleklerdendir. Belki de bütün meslekler böyledir. Bütün insanların ahlaksız ve suçlu olabileceği gibi. Her şey bütün ihtimallere eşit uzaklıktadır. Yakınlaşıp uzaklaşmaları geçicidir.” s.129
   Günday’ın sembollerden yola çıkarak yaptığı analizlerde çok güzeldi;
“Türkiye’de rakı içerken, kadehi önce sofraya vurur sonra diğer kadehlere tokuştururuz.
 -Neden?
 -İki nedeni var. Öncelikle sağlıklarına içtiğimiz ancak sofrada olmayan ve sevdiğimiz kişileri anmak için, ikinci nedense rakının insanı konuşturmasından kaynaklanır. Kadeh sofraya vurulursa gizlilik yemini edilmiş demektir. O sofrada konuşulacak her konu o sofrada kalacaktır. Rakı insanı soyar. Sarhoş, sofradan çıplak kalkandır. Ama sofranın adı rakı sofrasıdır. Yani çıplaklar kampı.” s.183
 “İnsan her şeyi düşünebilir. Düşünce zemini sonsuzluk olan bir oyundaki piyondur. İstediği yere gider. Hayal kırıklığı, varoluş uykusuzluğu ya da sadece merak kurbanı olan insan, yeryüzündeki benzerlerinin tamamını öldürüp Tanrı’yla yalnız kalmak isteyebilir. Tanrı’yla konuşmak için en yüksek dağın zirvesine çıkıp “Neden?” diye sorabilir. “Artık yalnızız. Ne mucizelerinden korkacak yığınlar var, ne de cennet ve cehennemine yollayabileceğin iki ayaklı hesap makineleri. Sadece sen ve ben. Anlat şimdi. Neden?” Düşünce insanın ölümsüz olan tek organıdır. Sonsuza kadar yeryüzünün sırtında zıplayan tenis topları gibi bir kafa tasından diğerine çarpar.” s.107
   Kitabın kendine özgü bir bulmacalı dili vardı. Karşıma çıkan yeni kelime ve söyleyişler için internette gezdim. “Malafa okuma sözlüğü” diye paylaşım oluşturmuşlar. Başlangıçta anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Okumaya devam ettikçe kitap kendi dilini size kabul ettiriyor. Günday’ın çok piyasa ve amatör olduğunu düşünenler oldukça fazla. Fakat öyle keyifli bir kitap ki. Okuyun mutlaka. Ağır kitaplardan sonra güzel bir mola da olabilir.