Yazar
Adı: Charles Bukowski
Basım
Yılı: 2016
Yayınevi:
Metis
Sayfa
Sayısı: 268
Charles Bukowski ile tanıştığım ilk kitap ve
bana hediye olarak veren değerli arkadaşım, (manen yüksek, yüce yaradılışlı
dostum) yazarla tanışmama vesile olmuştur. Bukowski kimdiri anlamanın sanırım
en doğru yolu “Ekmek Arası” kitabını okumaktan geçmektedir. Kendi hayatını
otobiyografik olarak anlatmış. Charles Bukowski (1920-1994) Amerikalı yazar.
Kitap, Henry Chinaski’nin küçüklüğünden
başlayarak, evden ayrılana kadar geçirdiği süreyi anlatır. Katlanılmaz okul
yıllarını, ona işkence eden babasını, sürekli ağlayan annesini ve hiç
uyuşamadığı çevresini, fakirliği, baskıyı bazen hüzünlü bazen de neşeli olarak
verebilen bir kitaptır.
Bukowski’nin kendine” Henry Chinaski” takma
adını seçmesinin nedeni; Henry babasının adı, China yani Çin (onun muhteşem
olduğuna inandığı ülke, Amerikayı yok edecek olan ülke) olduğu için; “ski” ise
Bukowski'den gelen tek parçadır. Böylece çocukluğuyla ilgili her şeyi tek
isimde birleştirmiş.
Korkunç bir çocukluk geçiren Bukowski, bunun
acısını insanlardan özellikle kadınlardan çıkarmış. Kitapta, umursamazlığı
özellikle dikkat çekiciydi. Bu kadar umursamaz olabilmek için onun kadar acı mı
çekmek gerekir?
1939 yıllarında liseden mezun olur ve
Hitlerin ülkeler üzerindeki baskısını ve o günkü durumu da güzel açıklıyor.
Yazarın ruh halini tam olarak anlayabilmek
için bazı kalıpları kenara bırakıp, gerçekten anlatmak istediğini anlamaya
çalışmalıyız. Sadece küfreden bir yer altı yazarı olarak düşünülmemelidir.
Gayet akıcı bir kitap, insanı buhrana
sürüklüyor, karamsar bir hava oluşturuyor. İnsanın içine işliyor. Ayrıca küfür
ve argo oldukça fazla. Çok doğal bir dil kullanılmış. Aralardaki mesajlar çok
dahiceydi. Türkçe çevirisi de olağanüstü. Sizde tanışın isterim.
Bukowski’nin tek derdi yalnız kalıp içmek,
olabildiğince insanlardan kaçmak. Kütüphaneyi keşfetmesi, yazarlığa nasıl adım
attığının göstergesi. En çok ilgimi çeken kısım:
“Halk kütüphanesini keşfetmiştim. Kütüphanede
dolanıp kitapları incelerdim. Aldatmacaydı hepsi. Sıkıcıydılar. Hiçbir şey
söylemeyen sayfalar dolusu kelime. Tek tek deniyordum kitapları. Bulduğum ilk
gerçek kitap Upton Sinclair adında bir yazardı. Cümleleri basit ve öfkeliydi.
Sonra ikinci bir yazar buldum. Sinclair Lewis, kitabın adı Main Sokağı idi.
İnsanların üstündeki riyakarlık tabakalarını soyuyordu. Her gün bir kitap
okuyordum.
Birgün
rafların arasında dolanırken “Tahtaya Ve Taşa Boyun Eğ” başlıklı bir kitaba
rastladım. İyi bir başlıktı. Çünkü buydu yaptığımız. Kanlı canlı satırları ile
bu Lawrence’dan neden kimse söz etmemişti bana? Neydi bu gizlilik? Reklamını
niye yapmıyorlardı? D.H.Lawrence’ın bütün kitaplarını okudum. Başka kitaplara
götürdü Lawrence. Huxley’e mesela. Yağmur gibi geliyorlardı. Her kitap başka
bir kitaba yönlendiriyordu beni. Dos Passos’a geldi sıra. Amerika üzerine
üçlemesini okumak bir günden fazla sürmüştü. Dreisser açmadı beni. Sherwood
Anderson açtı. Ve Hemingway geldi. Ne heyecan! Bir cümleyi oturtmayı biliyor.
Sözler cansız değildiler, insanın beyninde mırıldanan şeylerdi sözler. Onları
okuyup sihrine varabilirsen acı çekmeden yaşayabiliyordun, başına ne gelirse
gelsin ümidini yitirmeden Rus yazarları okuyordum. Turgenyev ve Gorki’yi.
Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu çünkü bir gerçekle ilk
karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda. Başka birinin gerçeği sizinde
gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir.” s.(138-140)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder