23 Aralık 2021 Perşembe

GUERMANTES TARAFI

 Yazar Adı: Marcel Proust

Basım Yılı: 1997

Yayınevi: YKY

Sayfa Sayısı: 533

     Marcel Proust, Fransa’nın ve Avrupa'nın kültür hayatına ışık tutan bir deniz feneri olarak görülür. Sağlığında ve ölümünden sonra okura ulaşmış tüm yapıtlarında zengin bir imgelem ve yaratım gücü vardır. Bu kitap da dev yapıtın başka bir bölümüdür.

   Kitap, anlatıcının oturduğu Saint Ger-main semtinin Guermentas konağını betimlemesiyle başlar. Düşesi daha yakından tanımayı arzular, ve bir gün düşesin davetiyle o büyülü ortamın içine girer Ancak bu aristokrat çevrenin içine girdiğinde tüm hayranlığı ve adlarının ihtişamı silinmeye başlar. Çevrenin snopluğu, zevksizliği, yapay dünyaları, ikiyüzlülüğü tam anlamıyla hayal kırıklığı yaşatır. “…aristokrasi hantal yapısıyla fazla ışık almayan, az sayıdaki penceresiyle tıpkı romanesk mimari gibi ruhsuz ama aynı zamanda yoğun, gözü kapalı bir güce sahip oluşuyla, tarihin tamamını kapatır, hapseder, karartır.”s.480

 Ve artık bu kitapta, Dreyfus olayı iyice alevlenmeye başlamıştır. Politik güvensizliğin doğurduğu gündelik olaylar aslında kaçışları ifade eder ve madalyanın görülmeyen yüzüdür.

   Dreyfus Davası;1894 yılında haksız yere (Yahudi asıllı olduğu için) vatana ihanet etmekten hüküm giyen ve Şeytan Adasında ömür boyu hapse mahkum edilen Fransız subay Alfred Dreyfus’un, casusluk yapmakla suçlanması. O yıllar Yahudiler için askeri engellerin aşılmasının en zor olduğu yıllar olmuştur.  Emile Zola, yapılan hukuksuzluğun ve antisemitik haksızlığın karşısına dikilir. Bu yüzyıl hem Fransa hem de Avrupa tarihinde devrimle başlayıp, Dreyfus davası ile kapanan dikkate değer bir yüzyıl olmuştur!!!         Kitap boyunca, Proust, toplumun tüm profillerini masaya yatırır, “ayrıcalığı” sorgular, herkesi eleştirir, Swan bile bu sınavı geçemez. Fakat kendisi de siyasi dilin yavanlığı karşısında tepkisiz kalır.



  İlk iki kitabındaki, zengin edebi betimlemeler yoktu, zevk açısından diğer kitaplarındaki tadı vermedi. Okunması daha kolaydı. Çok fazla ünvanlar, isimler, dükler, düşesler, prensesler vardı. Okumayı zor hale getirdi ve akışı bozdu diyebilirim. Kitabın çoğu, yemek davetlerinde geçti. Muhtemelen yine başlangıçtı bu bölüm, bu kalabalıkla diğer kitaplarında karşılaşabiliriz. Zaten,  Swan’la karşılaşınca eski bir tanıdığı görmüş gibi oluyor insan.

 Bu arada bu kitabı okumadan önce Dreyfus ile ilgili filmler izlerseniz, hiç zorlanmadan kitabı takip edebilisiniz. Ben “Subay Ve Casus “ filmini izledim, tavsiye ederim.

“..birkaç dakikalık peşinden koşmadığımız uyku, bize ilahi bir yasa gereği, gökten inmiş gibi bir imparatorun altın topuzu kadar muazzam ve dopdolu gelir.” s.74

“Hatıralarımız, kederlerimiz kendilerini hiç fark edemeyeceğimiz ölçüde bizi terk edebildikleri gibi geri de dönerler ve bazen uzun süre kalırlar.”s.104

“Kimi anılar ortak dostlar gibidir, barıştırmayı bilirler; düğün çiçekleriyle dolu, feodal yıkıntıların üst üste yığıldığı kırların ortasındaki küçük tahta köprünün birleştirdiği gibi Legrandin’le beni de birleştiriyordu.” s.136

“Nefret kötülüğü ilham eder, öfke kızıştırıp harekete geçirir ama bütün bunların pek neşeli bir yanı yoktur; kötülükten zevk almak için sadist olmak gerekir; kötü yürekli insan, kötü birine acı çektirdiğini düşünür.” s.152

“..bu çehre öyle tutkulu, öyle kederli,öyle sevecen kırışıklarla işlenmişti ki, bu kıvrımların oraya bir öpücükle mi, bir hıçkırıkla mı yoksa bir tebessümle mi oyulduğu anlaşılmıyordu.” s.290

“Zola, değindiği her şeyi büyütür. Zaten bir tek uğur getiren şeylere değindiğini söyleyebilirsiniz!

Ama onu muazzam bir şey haline getirir; destan gübresiyle beslenir! Lağımların Homeros’udur o. Büyük abdest kelimesini yazarken büyük harfler yetersiz kalır.” s.445

“Aceleci yakınlığım fazlasıyla erken çiçek açmıştı; tıpkı sizin Balbec de şairane bir şekilde anlattığınız elma ağaçları gibi ilk dona bile direnemedi.” s.500

 

 

 

6 Kasım 2021 Cumartesi

ÇİÇEK AÇMIŞ GENÇ KIZLARIN GÖLGESİNDE

 Yazar Adı: Marcel Proust

Yayınevi: YKY

Sayfa Sayısı: 487

   M. Proust, serinin 2. Kitabında da günlük yaşantısını enfes anlatmış. Her türlü meseleye ciddi çıkarımlar yapmış. Satır aralarına gizlenmiş inanılmaz tespitleri var. Keşfediş sahneleri mükemmel, hayatta yaşadığı  ızdırabı, ona şahane üretim yaptırmış. Nietchze’den ve Balzac’tan etkilenmiş.



  Yine çok fazla karakterle işlenen inişli çıkışlı duygular, aşk, sevgi, arkadaşlık, dostluk, güzellik, alışkanlıklar üzerine tahlilleri,  yazarlar, sanat şehirleri, sanat eserleri, uzun estetik betimlemelerle dolu bir okuma serüveni sunuyor. Ama ilk kitaptan yazarın diline alışmanın ve şahısları az çok tanımanın verdiği rahatlıkla daha akıcı ilerledim.

  Kitap, 2 bölümden oluşuyor: İlk bölüm çocukluğunun geçtiği evde (Swann ve Odetta’nın kızı) Gilberte’ye olan hisleri, meslek seçimindeki tutumu (babası diplomat olmasını isterken anlatıcının yazar olmayı istemesi), hayranı olduğu tiyatro oyuncusu Berna'nın sonunda oyununu izlemesi ve Victor Hugo, Balzac bahsinin geçtiği kısım, 2. Bölüm ise, büyük annesiyle birlikte gittiği Balbec tatili, bir otele yerleşip oradaki gözlemleri, yeni arkadaşları, gençlik aşkı Albertine ve ona hissettiği yoğun duygular var.

Okurken etkilendiğim alıntılarla yazımı sonlandırıyorum.

“Düşüncelerin zihnimizde yaşadığı ortak hayat içersinde, aralarında bizi en mutlu eden bir tanesi var mıdır ki, tam bir parazit gibi gidip başka bir komşu düşünceden, yoksun olduğu gücün büyük bölümünü almamış olsun.”

“Hayatımızın farklı bir anında ne zaman belirli bir çevreyle ilişki kursak veya ilişkimizi tazelesek, üzerimize titrendiğini hissetsek, doğal olarak insani kökler salıp o çevreye bağlanırız.”

“Sesin maddi özelliklerini en çok değiştiren şey, düşünce içermesidir”

“Kesin kararlar daima, süreklilik arz edemeyen ruh halleri yüzünden verilir.”

“Gün içinde sahip olduğumuz zamanın miktarı esnektir; bizim hissettiğimiz tutkular bu zamanı genişletir, hissettirdiğimiz tutkular daraltır, alışkanlıksa doldurur.”

“Alışkanlığın bir biçimi olan feragat, bazı güçlerin sürekli artmasına imkan tanır.”

“Alışkanlık bir yandan zayıflatır, bir yandan sağlamlaştırır, bir yandan da sonsuza dek sürdürür.”

“Beni bilirsin, alışkanlıkların insanıyımdır. En sevdiğim insanlardan ayrıldıktan sonraki ilk günlerde mutsuz olurum. Ama onları hep aynı şekilde sevmeye devam ettiğim halde alışırım, hayatım sakinleşir, yatışır; onlardan aylarca yıllarca ayrı kalmaya dayanabilirim.”

“barışseverlik bazen savaşları artırır, hoşgörüde suç oranını”

“Bu ayrılık ruhuma vücut ağrısı gibi hissettiğim bir acı veriyor.”

“Aşkın etrafına çektiğimiz aşırı dar sınırlar, tamamen hayat hakkındaki muazzam cehaletimizden kaynaklanır.”

“Bir gün öncekiyle aynı olan bu ertesi gün matematiği, problemleriyle daima kıyasıya boğuşacağımız bu matematik, o saatlerde bile bizi yönetir, yalnız biz bunun bilincine varmayız.”

“Bir insan ne kadar bilge olursa olsun “ dedi “gençliğinin bir döneminde mutlaka hatırlamaktan hoşlanmadığı yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. Ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır., çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir. Ortaokul çağından itibaren öğretmenlerinden zihin soyluluğunu, manevi zarafeti öğrenen bazı gençler var. seçkin kimselerin çocukları ve torunları var biliyorum. Onların, belki hayatlarından kesip atacakları hiç bir şey yoktur;"

“Zevk de fotoğraf gibidir. Sevdiğimiz insanın yanında alman, negatif bir klişedir sadece; bunu daha sonra evimize döndüğümüzde, insanlarla görüştüğümüz sürece kapısı kapalı olan içimizdeki karanlık odaya girebildiğimizde banyo ederiz.”s.411


16 Ekim 2021 Cumartesi

SWANN’LARIN TARAFI- Kayıp Zamanın İzinde

 Yazar Adı: Marcel Proust

Basım Yılı: 2006

Yayınevi: Yapı kredi Yayınları

Sayfa Sayısı: 414

      Marcel Proust (1871- 1922),Fransız romancı, deneme yazarıdır. 

Ahmet Altan'ın, M. Proust için: “ünlü bir doktor olan babası, oğluyla marazi bir aşk yaşayan annesi, züppelikle geçen bir gençlik, edebiyat çevrelerinde verilen ziyafetler, Paris sosyetesinin souperleri, sancılı bir şekilde yaşanan eş cinsellik, astım krizleri, hovardaca yaşanan yıllardan sonra perdeleri sıkı sıkıya örtülü eve kapanıp yazılan binlerce sayfalık nehir roman ve 51 yaşında “artık her şeyi yazdım, ölebilirim” diyerek karşılanan bir ölüm…” yorumu, yazarın hayatını özetlemiş.



   Edebiyatın dehası Proust’un en tanınmış eseri, 7 ciltlik, “Kayıp zamanın İzinde”dir. 20. yüzyılın ses getiren eseri. Yaklaşık 30 yıllık bir süreci anlatıyor. Kitap, 1 milyon 250 bin sözcük ve 3000 sayfadan oluşuyor. 500’ün üzerinde de karakter var. Roza Hakmen çevirisi inanılmaz güzel. Çeviriyi, mükemmel inceliklerle işlemiş, bir cümleden çıkamıyorsunuz. Proust, Türkçe çevirisini okusaydı eminim çok etkilenecekti. İyi ki Tahsin Yücel çevirmemiş, çevirilerindeki kelime tercihleri okuru çok yabancılaştırıyor. Roza hanımı takdir ediyorum.

  Kitabın,anlatımı çok yoğun, edebi olarak çok titiz davranmış, cümleleri çok uzun, sıkıldığınız da oluyor. Gerçek hayatın dışında karakter yok. Fransız olsaydım o eşleşmeyi sayfalarda çok hissederdim herhalde. Yazar, her satırında edebi yüksek seviyeyi düşürmüyor. Tasvirler çok güzel, kibirli, aristokrat insanları okurken o masada onlarla birlikte oluyor insan. Adeta Swann’ın gölgesi oluyorsunuz. İnsanın duygusu üzerine hemen çıkarım yapan bir yazar. İlk kitabı dikkatli okumak gerek çünkü başlangıçlar var.

   Proust, muazzam edebi bir giriş yapmış, beni çok etkiledi. İnsanın, tam uyumadan önceki,  REM e geçiş olan bölgeyi neredeyse 30 sayfa inanılmaz anlatmış. Kısaca kitapta "ıhlamur çayına batırılan  bir madlenle" yeniden yakalanan, belleğin gücüyle yeniden canlandırılan geçmiş... Bir koku, bir tat bir anda bizi de olduğumuz yerden alıp çok derinlere götürüyor. 

  Anlatıcının doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Combray, Swann’ın Odette’le yaşadığı destansı aşk, annesiyle kurduğu Freudyen bağ, kişiler, yerler, buluşmalar ve önemsiz gibi duran olaylar, hepsi yerli yerinde kullanılmış. Her karakterin kendi bakış açısı var. Seçtiği anlatıcı, zamanın yıkıcılığına karşı yeniden inşa etmenin yaratma sürecini ve insanın geçmişinin toplamı olduğunu göstermiş. Yazar, insana dair her ögeye girmiş, müziği derinleştiriyor, sanatı içselleştiriyor ve bunları çok incelikle okuyucuya sunuyor.  

   Edebi keyif alarak okudum. Üst düzey edebi zevk yaşadım. Proust’un labirentinde kaybolun. İyi okumalar.

“Benim her yerde dostlarım vardır; yaralanmış ama mağlup olmamış, kendilerine acımayan, mağfiretsiz bir tanrıya acıklı bir inatla birlikte yakarmak üzere birbirine yaklaşmış ağaç kümelerinin bulunduğu her yerde.” s.23

“... konuşanı susturma ve işitene masum görünme isteğini bomboş bakışlarda sabitleyen kıpırtısız suç.”

 

HER ŞEY DARMADAĞIN OLDUĞUNDA Zor zamanlar için öğütler

 Yazar Adı: Pema Chödrön

Basım Yılı: 2007

Yayınevi: Okyanus Yayıncılık

Sayfa Sayısı: 160

     Pema Chödrön, 1936 doğumlu, Amerikalı Budist rahibe. Derrida’nın şimdiki zamanın yokluğu deyişi arasında gidip gelen bir meditasyon ustası. Meditasyon ve farkındalık üzerine pek çok kitabı vardır. Mutlu ve huzurlu, tatmin edici bir hayat sürmek için basit ve etkili önerileri ile tanınır.

   


   Kitabın tanıtımında şöyle diyor: “Bu kitabın içeriğinde bize acı veren duyguları, süreçleri, bilgelik, şefkat ve cesarete dönüştürebilmenin başkaları ile gerçek, içtenlik ve samimiyet kurmanın, olumsuz tutum ve alışkanlıklarımızı tersine çevirmenin, karmaşık ve zor durumlar ile baş etmenin yollarını bulabilirsiniz.”

  Bu kitap; hayata, yaşananlara geri dönüp bir kez daha bakmanın ve yeni bakış açısıyla değerlendirmenin yollarını gösteriyor. “Ayrıldım, üzgünüm ama bununda bir anlamı ve beni taşıyacağı bir nokta var” İlişkilere, aşka dair değil de kederinizi nasıl yaşayabileceğimize ışık tutan bir kitap. Kişisel gelişim kitabı. Kandırılabilir tüketici kesime hitap eden kitap serilerinden. Yaşamın sırrını, hayatın pratikliğini formüle etmeye çalışan, reçeteler sunan kitaplardan biri. Kendinizi bir nebze iyi hissettiren…

“İnsan bazen gerçeği bildiği halde kandırılmak ister” Sebastian Petrycy

12 Eylül 2021 Pazar

BEN KİRKE

 Yazar Adı: Madeline Miller

Basım Yılı: 2019

Yayınevi: İthaki Yayınları

Sayfa Sayısı: 408

    Madeline Miller (1978-...) Amerikalı romancı. Antik Yunan mitlerini anlatan bir öğretmen olduğunu öğrendiğimde heyecanlanmıştım.  Tanrıları, mitolojinin gizemlerini ve entrikalarını anlayıp, çözemediğim bir dönemde yazarla ve kitabıyla karşılaşmam güzel bir tesadüftü. Kızımın önerisiyle tam zamanında tanıştığım bir kitap oldu. Yazar, Antik Yunan mitolojilerinde yer alan mitsel karakterler üzerinden fantastik bir kurmaca oluşturmuş. 2018 yılında yılın en iyi fantastik romanı seçilmiş.

   Güneş tanrısı ve titanların evinde bir kız doğar. Adı Circe’dir. Annesi ve babası tarafından sevilmemiş, aşağılanmış, ezilmiş bir çocuktur. Bir gün bir balıkçıyı bir tanrıya dönüştürdüğünde büyücülük güçleri olduğunu fark eder. Tüm denizcilerin korktuğu korkunç bir deniz canavarı haline gelir. Tanrıları bile tehdit edebilecek bir büyücülük gücüne sahiptir. Tehdit altında olan Zeus Circe’yi ıssız bir adaya hapseder. Circe’nin adasına denizciler gelip, yer, içer sonra tecavüz etmeye kalkışırlar. Circe’de o adamları domuza çevirir. Bir gün adaya, İthaka’nın kurnaz perisi, tanrıça Athena’nın gözdesi, Penelope’nin kocası ve  Troya savaşı sırasında Agamemnon’un başdanışmanlarından Odyseus (Yunanların savaşı kazanmasını sağlayan at hilesini düşünen kişi) gelir. Kirke ona aşık olur, çocuğu Telemaknos olur. Daha sonra Kirke’nin sevdikleri için yapabildikleri ve bir sürü şey, merak edenler alsın okusun.

   Kitap da beni etkileyen yerlerden biri; Kirke, hiç öz güveni olmayan o kadar kompleks bir karakter ki, güçlü bir kadına dönüşümünü izlemek çok keyifliydi. Merkezde hep Kirke’nin olması, erkek egemen Tanrılar topluluğunu sürekli erkeklerin ağzından dinlemektense, kadın anlatıcıdan okumak da ayrı keyifliydi. Yazar, bildiğimiz tüm efsaneleri birbirine pürüzsüz bir şekilde bağlıyor, atıflar yapıyor. Kitap yavaş akıyor, bir sürü olaylarla dolu olmasına rağmen dili sade, boş cümleler yok .İyi okumalar…

"Yeterince güçlüysek bir gün midelerimize itaat etmemeyi seçebiliriz." s.7

"Ölümlüler şöhreti böyle ele geçiriyor, çok çalışarak ve kendilerini adayarak... Ama Tanrılar neleri mahvedeceklerini ispatlayarak... Şehirleri yakıp yıkarak, savaşlar çıkararak, salgınlar ve canavarlar yaratarak." s.114

 "Hiddet, keder, engellenmiş arzular, şehvet, kendine acıma: Tanrıların iyi bildiği duygulardır bunlar. Ama suçluluk, utanç, pişmanlık, tereddüt bizim türümüz için yabancı ülkelerdir, her bir taşının ayrı ayrı öğrenilmesi gerekir." s.132

"Düşünceye yaraymış gibi dokundum, ne kadar acıdığına baktım." s.197



18 Temmuz 2021 Pazar

POLİTİKA

 Yazar Adı: Aristoteles

Basım Yılı: 1975

Yayınevi: Remzi Kitabevi

   En büyük Antik Yunan filozofudur. MÖ. 384-322 yıllarında yaşamış; fizik, gök bilim, ilk felsefe, zooloji, mantık, siyaset ve biyoloji gibi bir çok konuda eser vermiştir. Platon’un en parlak öğrencilerinden olup, Platon’un felsefi öğretilerinden etkilenmiştir. Ayrıldığı konular, bilgi felsefesi ve siyaset felsefesi olmuştur.  Siyaset felsefesi alanında Platon ebedi ve kusursuz bir devlet teorisi geliştirir. Aristoteles ise mevcut devlet biçimlerini inceleyerek işe başlar ve varolanlar arasından mümkün olan en iyisini bulmaya çalışır. Sistemli olarak çalışır, büyüklüğü de bundandır.



   Kitabı okumadan önce Platon’un Devlet kitabının okunması tavsiye edilir. Çünkü bu eser daha çok o kitaba verilen bir cevap niteliği taşıyor. Kitap 8 bölümden oluşuyor: 

1.Bölümde, devletin ortaya çıkışı ve devleti oluşturan insanların; cinsiyet, akıl ve fiziksel güç olarak birbirlerinden ayrılması anlatılıyor.

“Ağırlık ne kadar büyük olursa, çekiş de o kadar çoktur.” s.32

2.Bölümde, Phaleas, Hippodamos gibi düşünürlerin görüşleri üzerinden toplumdaki servet eşitliği ve anayasalar üzerinde duruyor.

“İnsanlara birbirlerini sevdiren ve düşündüren başka her şeyden güçlü iki güdü vardır: “bu benimdir “ demek ve “ ben, bunu seviyorum” demek. s. 36

“İnsanların, mülkiyete karşı işledikleri suçların tek nedeni, yaşamın zorunlu gereksinimlerini karşılamak değildir….. kıskandıkları şeyleri elde etmek isterler; tutkuları salt gereklilikleri aşarsa, doyumun yolunu suç işlemekte ararlar. “ s.46

“Büyük suçlara gelince, insanlar bunları amaçlarının aşırılığı yüzünden işlerler yoksa zorunlu gereksinimlerini (yiyecek, giyecek) sağlamak için değil. “ s.47

“İnsan doğasının bir kusuru da hiçbir zaman gözünün doymamasıdır.” s.48

3. Bölümde yurttaş, devlet , anayasa kavramlarını açıklıyor. Krallık, tiranlık, oligarşi, demokrasi, aristokrasi ve adalet konularını tartışıyor.

“Neyin adalet olduğuna karar verirken bu “kimin için” i gözümüzün önünde tutmazsak, kötü yanlışlar yaparız. Şu nedenle ki, kendimiz hakkında kararlar veriyoruz ve insanlar kendi çıkarları söz konusu olunca, genellikle kötü yargıçlardır.” s.83

“Devlet bir yatırımdan fazla bir şeydir; amacı yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaktır..” s.83

“Çokluk bir çok durumlarda, her kim olursa olsun tek bir adamdan daha iyi bir yargıçtır.” s.100

4. Bölümde anayasa kavramını; oligarşik anayasa ve demokratik anayasa arasındaki farkı, hangisinin doğru olduğunu, bu organlarda görev alacak kişilerin halkın hangi kesiminden seçileceğini anlatıyor. 5. Bölümde anayasayı değerlendirip; eşitsizlik, devrim, gerilim, şiddet ve yönetim değişikliği konuları üzerinde durur.

“Eşitliğe eğilim gösterenler, daha yukarı olanlardan aşağı bulundukları halde, kendilerinin onlarla eşit olduklarına inanırlarsa bir devrim başlatırlar. Eşitsizliği ve üstünlüğü amaçlayanlar da eşitsiz oldukları halde kendilerine daha çok değil, eşit ya da daha az  pay verildiğine inanırlarsa, öyle yaparlar* Daha küçükler eşit olmak, eşitler ise daha büyük olmak için ayaklanırlar. İşte devrim için ön yatkınlık yaratan nedenler bunlardır.” s.144

“Ortaklaşa korku, can düşmanlarına bile işbirliği ettirir.” s.150

6. bölümde demokrasi ve oligarşilerde en iyi nasıl işletilebileceğini, devamlılığın nasıl sağlanacağı konusuna değinir.

7. Bölüm en iyi anayasanın amacı, yurttaşlarına en iyi yaşam türünü sağlamak olduğunu anlatıyor. 

“Mutluluğun erdemden ve dolayısıyla de iyi yaşamdan ayrılamayacağı gösterilmiştir.”  İnsanların yurttaşlık için nasıl eğitileceği bu eğitimi kimlerin nasıl vereceği üzerinde durur.

“Anayasanın kendisini tartışmalı, mutlu ve iyi yönetilen bir şehrin ne çeşit insanlardan oluşması gerektiğini kendi kendimize sormalıyız. Bütün insanların iyiliği 2 şeye dayanır, hedefin yani eylemlerin yöneleceği amacın doğru seçilmesi diğeri ise o amaca götürecek eylemlerin bulunmasıdır. Bu ikisi birbirlerine uyabilecekleri gibi kolaylıkla çatışabilirler de.” s.218

“Onun içindir ki, insanlar mutluluğun nedenlerinin zihinlerimizin içinde değil, dıştaki şeylerde olduğunu sanırlar. Oysa bu, parlak bir lir çalınışını çalgıcının ustalığından çok, çalgının niteliğine yakıştırmaya benzer.” s.219

   Son bölümde de eğitim konusuna devam eder. Özellikle çocukların eğitilmesi ve yetiştirilmesi konusu ve bu eğitimde müziğe oldukça çok yer veriyor. Müzik sadece dans etmek, eğlenmek, içki içmek için değildir, eğitimi uygulanmalıdır. Bu bölüm müzik konusuyla ilgili.

Okuyun mutlaka, siyasetle de ilgiliyseniz çok aydınlatıcı bir kitap.

 

13 Haziran 2021 Pazar

DİYALOGLAR

 Yazar Adı: Platon

Basım Yılı: 2019

Yayınevi: Remzi Kitabevi

Sayfa Sayısı: 637

 

   Platon, düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir. MÖ. 427-347 yılları arasında yaşamıştır. Antik yunan filozofunun gerçek adı Aristokles, geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle Yunanca "geniş göğüslü" anlamına gelen Platon lakabıyla tanınmıştır. Sokrates’in öğrencisi, Aritoteles’in öğretmeni olmuştur. Bu üç filozof felsefe tarihinin en önemli filozoflarından olmuştur. Sokrates öncesi filozoflar daha çok Materyalist görüşler üretmişler fakat idealist felsefe Platon’la doruk noktasına ulaşmıştır. Günümüze kadar ulaşan büyük bir düşünsel miras bırakmışlardır. Platon, Atina’da “Akademi” isimli felsefe okulunun kurucusudur. Platon felsefesinin 5 önemli kuramı vardır: “bilgi” “idealar” “ruhun ölümsüzlüğü” “evren-doğum” ve “devlet”



   Platona göre felsefenin amacı; insanın mutluluğu ve yetkin bir yaşamın sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam ise erdemli bir hayat sürmekle olur. Erdemin temeli ise “bilgi” özü “idealar kavramı” gerekçesi “evren-doğum” güvencesi “ölümsüzlük” yaşamsal sığınağı “devlettir” . Öğretmeni Sokrates’in de aynı görüşü paylaştığını Platon’un diyaloglarından anlarız. Çünkü Sokrates’in yazılı bir eseri yoktur.

  Kitap 12 bölümden oluşmaktadır, “Sokrates’in savunması” üstüne bölümüyle başlar. Diğer bölümlerde yine Sokrates’in öğrencileriyle ve diğer bilge kişilerle yaptığı karşılıklı tartışmaları anlatır. Söylev sanatı, erdem, dil, şiir, bilgelik, cesaret, dostluk, bilgi, varlık üstüne konularını Sokrates’in de içinde bulunduğu diyaloglar halinde verir. Bunu,  çeşitli sorular yardımıyla, diyaloğa girdiği insanların bildiklerini unutturacak derecede, alakasız dediğiniz konuları birbirine bağlayarak başarır. Dikkatli bir okur, Sokrates'in muhatabı olan kişilerin,  yaşlarını baz aldığını diyaloglarında farkeder. Çocuklarla daha şefkatli konuşurken, yaşı kendinden büyük olanlar ile daha acımasız ve gaddardır. Maksat, bilmediğini işaret etmek, kafasını karıştırmaktır. Bilmediğini bilmeyen dogmatiklere kendilerini göstermektir. Sonunda, Sokrates'in geniş keşiflerinden de mutlu olurlar.

 Sorularını örnek vererek anlattığı için anlamak kolay oluyor. Bence boş beleş kitaplardansa bu kitaplar okunmalı. Kitaptan alıntılar:

“Sanırım bilgelik insanın bazı şeylerin karşısında; kızarmasına, utanç duymasına yol açıyor, bu yüzden bilgelik utanmadır.” s.307

“Bilgi satın almak, besin satın almaktan çok daha tehlikelidir… Bilimler bir kap içinde taşınamaz, öğrenilen bilimi ruha yerleştirip zehirlenmiş yada güçlenmiş olarak çekip gidebilirsin.” s.397

“Takdir dinleyicilerin ruhundan gelir, içtendir; övgü ise çoğunlukla asıl düşüncesini gizleyip, yalan söyleyenlerin dudaklarından çıkar. Sizi dinleyen bizlerde zevk değil sevinç duyacağız çünkü sevinç, öğrenen, bilgeliğe erişen aklın doyurulması; zevk ise yemekle yada buna benzer hoş bir duyumla bedenin doyurulmasıdır.” s. 420

“Öyleyse her şey de olduğu gibi zevki iyilik için yapmalı, yoksa iyiliği zevk için değil.” s.108

“Renk, şekillerin görmeyle ayarlanmış, algılanabilen akışıdır.” s. 157

“İnsanı doğruya götüren iki kılavuz vardır. Doğru sanıyla bilgi.” s.186

“Ad; aramaya yarayan bir araç, gerçekliği belirtmeye yarayan.” s.200

 

 

 

14 Mayıs 2021 Cuma

FELSEFEYE GİRİŞ TEMEL KAVRAMLAR VE KURAMLAR

 Yazar Adı: Kazimierz Adjukiewicz

Basım Yılı: 1989

Yayınevi: Gündoğan yayınları

Sayfa Sayısı: 136

   Kazimierz Adjukiewicz (1890-1963) Polonyalı mantıkçı ve felsefecidir. Anlam bilimde bir çok yeni fikir üretmiş, araştırma alanları ise model teorisi ve bilim felsefesi olmuştur. Yazar ön sözünde, bu kitabın her şeyden önce ileri düzeydeki öğrenciler için yazılmış bir ders kitabı değildir dese de bu kitabı anlamak için felsefe ile daha önceden ilgilenmiş, okumuş olmak gerekiyor. Aydınlatıcı bir kitap. Bununla birlikte bu  kitap, felsefeye ilk giriş olarak ideal bir kitap değildir. Felsefenin akım ve problemlerini az ya da çok elle tutulabilir olan tanımlarını bulma olanağı verecektir. Filozofların kullandığı terimlerin anlamlarını açıklamaya çalışmıştır.



   Bilgi kuramı, Doğruluk problemi, Bilginin kaynağı problemi, Bilginin sınırları problemi, Metafizik gibi bölümlerden oluşuyor. Metafiziğin kapsamı içinde kalan problemleri 4 öbeğe ayırır. 

1. Ontolojik problemler 

2. Doğanın var oluş tarzıyla ilgili problemler 

3. Töz ve dünyanın yapısıyla ilgili problemler 

 4. Dinsel inanca karşı bir bakış açısı benimseme gereksiniminden doğan problemler. 

   Meta fizik terimi çok sık kullanılan ancak anlamı yalnızca belli belirsizce ve muğlak biçimde kavranan bir terimdir. Fakat yazarın tanımı çok doyurucuydu.

“Düşünce ufkumuzda,  mutluluk ve ahlaksal bakımdan değer biçmelerimiz üzerinde kesin sonuçlu bir etki uygulayan, bilgi bütününe dünya görüşü adını vereceğiz. Bu dünya görüşü sığ ve dar kapsamlı olduğu sürece, geçici olup, genişlemesiyle birlikte değişebilir. Ciddi düşünen insanlar, ufuklarının dar kapsamlı olmamasını daha çok dünya görüşlerinin tam olmasını sağlamaya çalışırlar.” S.131

   Kişi bir din içersine doğar, dinsel inançlar çocukluğun çok erken evresinden başlayarak aşılanır. Dinsel inançlar bir çok insanda bağımsız ve eleştirel bir biçimde düşünmeye başladıklarında sallantı geçirir. Yeni bir kılavuz bulma gereksinimi duyduklarında, bu kişinin bizzat kendi entelektüel çabalarıyla ulaşma gereksinimi dünya görüşünü genişletir. Metafiziksel problemlerin büyük bir bölümü bu çabadan doğar. Metafizik dinin mirasçısı olarak doğmuştur. Fakat dinin izlediği yoldan farklı bir yol izleyerek, insanların özgür araştırmalarına dayanmayı  önermiştir.

  Metafiziği, Kartezyen felsefenin kurucusu Descartes, bir ağaç benzetmesiyle, çok güzel anlatır. Ağacın köklerini metafizik, gövdesini fizik, dallarını öteki tikel bilimler, meyvesini de ahlak ilmine benzetir. ”Bir ağacı var eden, onu ayakta tutan kökleridir.“ Descartes’in ünlü ağacı kendisinden 3 asır sonra gelen Alman filozof Heidegger’in yönelttiği sarsıcı soruyla köklerinden çatırdamaya başlar. Felsefe ağacının gövdesi ya da dalları onu ilgilendirmez, esas itibariyle kökleri de ilgilendirmez. Daha da derine inerek kökünde, gövdenin de zeminsizliğini ortaya koyacak olan can alıcı sorusunu sorar: “Bu felsefe ağacının kökleri hangi toprakta durur, tutunur?”

   Kitap da altını çizdiğim cümlelerden bir kaçı;

”Kendilerini doğru savlar olarak kabul etme hakkımız bulunduğu ancak deneye dayanmayan savlara “a priori savlar” adı verilir.” S.31

“Bilişsel eylemler; algı, anımsama, yargılama ve akıl yürütme, düşünme, çıkarsama yapma gibi zihinsel faaliyetlerdir. Bilimsel savlar zihinsel faaliyetler değildir bu yüzden onların bilişsel eylemler arasında yer almamaları gerekir.” S.15

“Doğru bir sav nihai ve değiştirilemez olan ölçütleri yerine getiren bir savla aynı şeydir. Bu nihai ölçütün sınamasından geçen bir savın, gerçeklikle uyuşup uyuşmadığını bilemeyiz. Bunun bir sonucu olarak doğruluğu, yanlışlıktan ayırırken göz önünde tutmamız gereken nokta belirli bir savın gerçeklikle değil de bir takım nihai ölçütlerle uyuşup uyuşmadığıdır. Öyleyse doğruluk kavramını tanımlamak için düşüncenin nihai ve değiştirilemez ölçütlerle uyuşması olarak tanımlamalıyız.” S.19

 

 

8 Mayıs 2021 Cumartesi

ANTİKÇAĞ FELSEFESİ Homeros’tan Augustinus’a Bir Düşünce Serüveni

 Yazar Adı: Çiğdem Dürüşken

Basım Yılı: 2014

Yayınevi: Alfa Felsefe

Sayfa Sayısı: 415

    Çiğdem Dürüşken, 1962 İstanbul doğumlu, dil ve edebiyat araştırmacısıdır. Kendisini klasik filolojiye adamış, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin dili ve Edebiyatı Ana bilim dalı öğretim üyesidir. Felsefeye giriş için ideal bir kitap. Anlatımı sadedir, anlaşılabilir metinler vardır, genele hitap eder. Bu eserinde, Homeros'tan, Augustinus’a kadar bir çok düşünür ve filozof’un arasında dolaştırır, o dönemin havasını solutur adeta. Üslup çok iyi. Sırf felsefe tarihi değil, sürükleyici bir düşünce serüveni. Dürüşken,  bu eserinde okura, Zengin bir kaynakça, dönemin haritası ve resimlerle eşsiz bir kaynak sunar.




"Pythagoras öğretilecek bilgilerin hiç birinin boşa gitmemesi, öğrenen tarafından mutlaka anlaşılması ve hayata geçirilmesi gerektiğine inandığından, herkese her bilgiyi vermenin adil bir davranış olmayacağını düşündü. Çünkü anlaşılması öyle kolay olmayan, aksine yüksek bir idrak yeteneği gerektiren bilgileri düşük kapasitedeki zihinlere akıtmanın ne kişinin kendisine bir hayrı dokunabilirdi ne de içinde yaşadığı toplumun genel hissiyatına.” s.83

"Pythagoras’ın öğretilerinde her öğrenci için susmayı öğrenmek yaşamın ilk dersiydi. “Bunu yap, şunu yapma!” türündeki buyruklardan ibaretti. Genel derslerde  öğrenilenler ”Nedir?” ”En temel olan nedir?” “Ne yapmak ya da ne yapmamak gerekir?” gibi 3 sorunun yanıtları olan düsturlardır. Örneğin, “Kutlular adası nedir? Güneş ve Ay;

En doğru olan şey nedir? Kurban kesmek;

En bilge olan nedir? Sayı;

İnsan için en fazla beceri gerektiren sanat nedir? Hekimlik;

En güzel şey nedir? Zihin;

En mükemmel şey nedir? Mutluluk;

En doğru söz nedir? İnsanların hepsinin ahlakı bozuktur” gibi.” s. 86

   Bu konuda Pythagoras’ın tavrı adeta bir hekimin tavrını andırırdı; nasıl ki bir hekim hastalarını tedavi ederken tedavinin ayrıntılarına hiç girmeden onları sağlıklarına kavuşturur, işte aynı şekilde o da ahlaki ve düşünsel ilkeleri sembolik olarak aktarır ve öğrencisinin zihninde uyana “Neden böyle?” sorusuna kendisinin yanıt vermesini beklerdi. Yani onun ruhsal sağlığına kavuşması için kendi kendine tedavi olması gerektiğine inanırdı.

“Evet sofistlerin hepsi kuşkucuydu ve eleştiriden keyif alıyordu; sürekli duygularımızın yetersizliğinden, hata yapabilme olasılıklarının yüksek oluşundan ve bilinebilecek sağlam bir gerçekliğin olamayacağından dem vuruyorlar ve geleneğin doğaya karşıt olduğunu söylüyorlardı.” s.135

“Ölü gömme törenlerinde mezara su serpilmesinin nedeni de ruhun ilk hissedeceği duyguya yani susuzluğa çare sunmak, ruhu serinletmektir.” Platon’da Ahlak kısmından alıntı. s.203

“Adaletli bir toplumda aşırı tutkulara, ruhun dinginsiz öfkelerine, kıskançlıklarına, korkularına, hazlarına, acılarına yer yoktur. Toplumda adaleti sağlamakla görevli yargıcın yaşlı olması tercih edilir.” s.208

   Aristoteles, Ahlak ve Siyaset bölümünden; 

“en genel anlamıyla ”erdemli karakter, iki zıt insani eğilim arasındaki orta yoldan ibarettir” yani “erdem noksanlık ya da aşırılık değil, orta olmadır.” Örneğin kahramanlık, korkaklık ile gözü karalık arasında orta noktadır ve ahlaki olarak hakiki bir erdemdir ya da alicenaplık veya yüce gönüllülük, tamahkarlık veya açgözlülük ile hovardalık arasında orta noktadır, dolayısıyla ahlaki anlamda hakiki erdemdir.” s.274

“Retorik, insana konuşma yetisinin gücünü, şiir doğanın yaptığı gibi yapabilme özelliğini, ahlak, mutlu olma amacının kendi doğasında gizli olduğunu, siyaset de yaratılıştan itibaren toplumsal bir varlık olduğunu gösterir.” s.278

“Ataraksia, karmaşadan uzak kalma halidir, sakinlik, dinginlik ve dengeliliktir. Tutkulardan, acılardan, heyecanlardan ya da coşkun ruh hallerinden, boş arzulardan kurtulma, insanın mutsuzluğuna neden olan ne kadar fiziksel ve ruhsal kıpırtı varsa hepsinden hür olmaktır.” s.292

 

23 Nisan 2021 Cuma

EMPEDOKLES’İN DOSTLARI

Yazar Adı: Amin Maalouf

Basım Yılı: 2021

Yayınevi: YKY

Sayfa Sayısı: 210

   Amin Maalouf, 1949 Lübnan doğumlu, ekonomi ve toplum bilim okuduktan sonra gazeteciliğe başlar. 1976’da ülkesindeki savaş yüzünden Fransa’ya gider ve orada da gazeteciliğe devam eder. 80’li yıllardan itibaren de kendini tamamen edebiyata adar. Yazarın diğerleriyle bu kitap arasında büyük fark var. Eskiden karamsar bir yazarken şimdi optimist. Hem didaktik hem romantik bir yazarla karşılaşıyoruz. Bu kitabında, hayalle gerçek arasında köprüler kuruyor. Maalouf, düşüncelerini her zaman açık ve sade dile getiren, düşünmeyi, analiz etmeyi basitleştiren muhteşem bir kaleme sahip. Dünyayı izliyor, anlamaya çalışıyor sonrada açıklamaya çalışıyor. Romanlarında hep geçmişten, eski kültürlerden bahseder. Konularında inançlar, uygarlıklar hep merkezdedir. Genelde yıkım ve çöküş üzerine yazar.



   Kitap, Atlas Okyanusu kıyısında küçük bir adada dehşet veren bir sahneyle başlıyor. Beklenmedik bir kararmanın ardından gezegen karanlığa bürünüyor. İnternet, elektrik ve iletişim yok. Adada teknik ressam Alec ve çok satan mitolojik roman yazarı Eve yaşıyor. Kahramanlarımız kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkarıyorlar ve o dehşet veren güne kadar birbirlerini görmezden geliyorlar. Bunu Alec’in tuttuğu günlük kanalıyla yavaş yavaş keşfediyoruz. Gezegen ve insanlık tarihi büyük tehlike altında. Mitolojik isimler ve olaylarla dolu oldukça heyecanlı bir hikaye başlıyor. Bu düşündürücü kitap son sayfaya kadar merak uyandırıyor.

   Yazar, bir söyleşisinde: “Bir şeyleri yeni baştan icat etmemiz gerekmez. Birleşmiş Milletler veya diğer kurumlar, Empedokles’in Dostları olabilir. Düzgünce işleyen bir dünya düzeni, sorunları çözen, savaşları önleyen barışçıl bir düzeni kurmak, gezegenimizi korumak bizim elimizde. O dönemden kalanlar gelip bizi kurtarmasın, o kurtarıcılar biziz.”

   Maalouf, kitabı pandemiden önce yazmış. Pandemiyle birlikte mesafe, hijyen ve maskenin önemini nasıl kavradık. Tehlikeyi fark edip gereğini yapıyoruz. Tehlike hayatın her alanında; fark edip, mücadelemize birlik olarak devam etmeliyiz. Kitabı mutlaka okuyun.

    Teknolojik Rönesans mı yaşıyoruz? Sıfırlanıyor muyuz?

“Evvel zaman içinde bir gün insanlık bölünmüş. Bazıları, yeni bir site inşa etmeye giden göçmenler gibi ayrılmışlar. Diğerleri kalmışlar. O zamandan beri birbirine paralel iki insanlık vardır. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır. Her biri kendi yolunda ve kendi ritmince ilerlemiştir.” s.62

“Bir ulusun ve bir uygarlığın çöküşünü umut makyajıyla gizleyebilmek için, cesaret ve ustalık gerekir.” s.75

“İnsanlık tarihinin şafağı söktüğünden beri kadınlar üzerindeki baskı ve boyunduruk hiçbir devirde bu kadar az olmamıştı; geleneksel olarak doğuşlarından itibaren dayatılan fiziksel ve toplumsal korseden kurtulmaya hiçbir zaman bu kadar yakın olmamışlardı. Kuşkusuz dünyanın her yerinde eşit ölçüde özgür değillerdi, haklarının tamamını henüz ele geçirememişlerdi; ama en azından Eve-Lilith kendisini emellerinin, arzularının hatta aşırılıklarının peşinden canı nasıl isterse öyle gidebilecek kudrette hissediyordu…. Meşru veya yasak, zararsız veya tehlikeli hiç bir zevkten kendini mahrum etmemişti.” s.84

“Zaten hem gelecek hem de geçmiş ölümü taşıyor, yaşamı taşıyan ise şimdiki zaman, tıpkı güneşi ve sarhoşluğu taşıyan bir üzüm tanesi gibi…” s.108

“Bilge birisi kendisini eylemlerinden ve sonuçlarından sorumlu görür; bilgelikten hiç nasiplenmemiş insan ise kendini sadece niyetlerinden sorumlu sayar. s.142

“Eve, uzun süredir dünya masasının yanlış kurulduğuna inanıyordu ve şimdi masanın acımasızca devrildiğini, en varlıklı konuklarında neye uğradıklarını şaşırdıklarını gördükçe ağzı kulaklarına varıyor.” s.158

“Dünya şu son yıllarda açgözlülük ve kinin cirit attığı bir savaş meydanına dönüşmüştü. Her şey sanat, düşünce, yazı, gelecek, sex, komşuluk her şey kokuşmuştu… Ve birdenbire güçlü bir silgi darbesiyle kara tahta siliniverdi. Tarih sıfırdan yeniden başladı, gezegenimiz tekrar masumiyetine kavuştu. “ s.204

 

16 Nisan 2021 Cuma

VAHŞİLERİN CİNSEL YAŞAMI

 Yazar Adı: Bronislaw Malinowski

Basım Yılı:1992

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 478

    Antropolojinin ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesi, XIX. yy’ın başında Bronislaw Malinowski’nin katılımlı gözlem ve dolaysız soruşturma teknikleri ile tanımladığı etnografik metodu ile farklılaşmıştır. Sosyal antropolojide önde yer alıp önemli katkılar sunmuştur. Bir söylentiye göre de ırkçı olduğu bilinir.



 Malinowski, 2 yıl boyunca yerlilerle yaşayıp, onların dilini öğreniyor. Trobliandların, “Kula” adı verilen takas sistemlerini, onların törenlerini ve büyüsel etkinliklerini inceliyor. Yerlilerin cinsel yaşamlarını sırf bedensel ilişkiden çok sosyolojik ve kültürel bir güç olduğunu vurguluyor. Anaya dayalı bir toplum düzeni olduğunu akrabalık ve bütün toplumsal ilişkilerin anaya göre belirlendiğini görüyoruz. Ana soylu, baba yanlı bir toplum olduklarını dile getiriyor. Hukuk sistemleri de bunun üzerine kurulmuş. Çocuğa tek başına annenin hayat verdiğine, babanın hiç bir katkıda bulunmadığına inanıyorlar. Topluluk üçe ayrılıyor; 

 .Reis ve onun anne tarafı akrabaları, 

 .Yerli halk, 

 .Reisin kadınları ve çocukları. 

Erkek asla yemek pişirmiyor, av, savaş, kano yapımı, kara büyü gibi büyülerle uğraşıyor. Kadın ise gebelik ve dişi cadılığa yönelik büyülerle uğraşıyor. Evlilik öncesi cinsel ilişki erken yaşlarda, çalılıklar arasında, oyunla yaşanıyor. 

“Trobriandlılar arasında hem tutku kıskançlığı var hem de daha duygusuz olanı yani hırsa, güce ve sahipliğe dayanan kıskançlık” s.17

“Trobriandlıların cinsel özgürlüğü asla “ahlaksızlık” diye adlandırılıp olmayan bir kategoriye yerleştirilemez” s.333

“zina ağır cezayı hak eden bir suç” s.248

“Vahşi denen insan uygar insana her zaman oyuncak olarak hizmet etmiştir: pratikte kolay sömürü aracı olarak, teoride ise korkunç sansasyonları sağlayan kişi olarak.” s.403

   Araştırma kitabı sevenlere tavsiyemdir. Kitabın sonunda konuyla bağlantılı fotoğraflar var. Görüşünü genişletmek isteyenler mutlaka okusun.

 

 

İLKEL TOPLUMLARDA CİNSELLİK VE BASKI

 Yazar Adı: Bronislaw Malinowski

Basım Yılı:1989

Yayınevi: Kabalcı Yayınları

Sayfa Sayısı: 200

     Bronislaw Malinowski, 1884-1942 yılları arasında yaşamış Polonyalı İngiliz antropologdur. Modern antropolojinin kurucusudur. Avustralya'nın Trobriand adalarının yerlilerini yerinde incelemiş, ritüellerini yakından takip eden birisidir. 1.Dünya Savaşı yıllarında savaş bitene kadar orada kalmak zorunda kalır. Polonyalı olması nedeniyle Polonya’ya dönemez. Mailnowski, aynı zamanda ilkel hayat incelemesinde psikanaliz uygulayan önemli bir kültür  antropoloğudur. Kitaplarında, İlkel kabilelerin seks, evlilik ve günlük yaşam gibi bir çok şeyi nasıl yaşadıklarını anlatır.


   Araştırma kitabı sevenlere, perspektif geliştirmek isteyenlere şiddetle tavsiye ederim. Yazarın işlevsel teorisine göre ahlaki değerler, gelenekler ve inançlar toplumda hayati rol oynar. Kitaptan bir örnek; Erkeklerin toplumdaki en önemli görevi, karısı ve çocukları için değil kız kardeşleri ve evli kız çocukları için patates yetiştirmektir. Çünkü para yerine patates kullanılıyor. Patates, sahibinin toplumdaki yerini belirliyor. 

   Kitabı basit bir okumayla okuyamıyorsunuz. Bunun çok ötesine geçmek gerekiyor. Kafamızda kanıksanmış öğretilerle çok çeliştiği oluyor. Biyolojik yaşamdan kültürel yaşama geçişte ailenin kuruluşunu, sınıfsız toplumda ana soyu ailesini ve aileyi (kültürün beşiği) inceler.Birde bize çocukların ve gençlerin özgür cinsel yaşamını anlatır.

   Kitap 4 bölümden oluşuyor, Bir Kompleksin Oluşumu, Geleneğin Aynası, Psikanaliz ve Antropoloji, İçgüdü ve Kültür kısımları vardır.

Kompleks: çocuklukta edinilen ve genelde bireyin bilinç altında kalan kişisel özelliklerin tümü diye tanımı yapılabilir.

Baskının Psikanalitik anlamı ise kısaca, “ben” in üst ben’in baskısı altında bir duyguyu ya da arzuyu reddetmesi diye tanımlarız.

“Zorlama ve sıkı düzen üzerine kurulu eğitimin olmayışı, çocuk doğasındaki eğilimlerin daha özgürce gelişmesine olasılık tanır.” s.11

   Beri yandan ahlak güçtür, o olmazsa insan kendi güdülerine karşı savaşamaz ya da salt güdüsel yaşamın ötesine bile geçebilir; insan kültür durumunda hatta en basit teknik etkinliklerinde ona durmadan başvurmak zorundadır.

   Bir anne çocuğun babasını nadiren bilir; yam adı verilen festival sırasında hamile kalırlar. Dolayısıyla bu halkta bizdeki “babalık” kavramı yoktur. Babadan beklenen koruma görevini dayı yerine getirir. Baba ancak çocukla oynar sevgi gösterir. “Öedipus komplexi” evrensel bir duygu değil mi? Malinowski, bu öğretiyi sorgulatıyor. Erkeğin anneye olan aşkı ve babayı rakip görmesi evrensel bir durum değil mi? Dahası Freud babasoylu toplumu göz önüne alarak dayı-yeğen ilişkisini hesaba katmaması. İnsanların sosyo-ekonomik düzeylerine göre burjuvazi bir kimlik üzerinden inşa etmesi, kuramın açık yanlarını gösterir.

   Anaerkil toplumda cinsellik tabu nesnesi değildir, çıplaklık tabuya çarpmaz. Fakat ataerkil toplumda cinsellik bastırılır ve adeta tabudur. Mesela yazar oradaki insanların seyrek rüya gördüklerini, gördüklerinin de çok önemsiz şeyler olduğunu belirtmiş. Freud’un rüyalar hakkında yaptığı analiz ise yaşanmayan duygular ve arzular bilinç altına itilir ve rüyalar aracılığı ile ortaya çıkar... Demek ki anaerkille babaerkil toplumdaki ayrımı belirleyen şey biyolojik değil toplumsal etkenler. Yazar son bölümde de hayvanlarla insanlar arasındaki ayrıma açıklık getirmiş. “İnsanı yaratan akıl ve güdü değil gelenektir.”

 Kitaplarla diğer insanlara, diğer coğrafyalara, yaşamlara yolculuk etmeliyiz. Bu olağanüstü bir his. Okuyun.

 

 

 

14 Nisan 2021 Çarşamba

FRANSIZ TEĞMENİN KADINI

 Yazar Adı: John Fowles

Basım Yılı: 2021

Yayınevi: Ayrıntı

Sayfa Sayısı: 445

 

   John Fowles  (1926-2005) İngiliz edebiyatının en iyi yazarlarından biri. ”Gerçekten yazmak istiyorsanız bütün sevdiklerinizi öldürmeniz gerekir” diyen yazar. Postmodern romancıların öncüsü, yayınlanan ilk eseri “Koleksiyoncu”  ile büyük üne kavuşmuştur. Kendini tamamen yazarlığa adamış, ticari başarıları da olmuştur. Fransız Teğmenin Kadını kitabının filmi de çekilmiş ilk fırsatta izleyeceğim. Time dergisi de 2005’de en iyi 100 romandan biri olarak  ilan etmiş. Roman kadın olmayı, var olmayı anlatıyor daha çok.



   Fowles, dünya tarihinin en tutucu dönemlerinden biri olan Viktorya döneminde, aykırı bir aşk öyküsü anlatıyor. Kadınların görevlerinin boyun eğme ve çocuk yapmayla sınırlı olduğu bir dönem. Romanın kadın kahramanı Sarah, sevgiye ve özgürlüğe olan tutkusuyla merkezde duruyor. Erkek kahraman Charles ise aristokrat ama ondan beklenenler arasında dengeyi tutturamayan bir karakter. Çağının toplumsal statüsünün yükünü taşımakta zorlanan ve  özgürlüğü arasında seçim yapmak zorunda kalan biri. Romanda; gizem ve cinsellik, aykırı aşk, Tanrı ve doğa ikiliği var. Fosillerden, Darwin den, Londra’dan, tutuculuktan, eski fikir ve düşüncelerle yeni gerçeklik ve yeni nedensellikten, varoluş ve özgürlükten, dönemin sosyal ve ekonomik sömürüsünden, sınıf çatışmalarından bahsedilir. Edebiyat ve düşünce tarihini, roman boyunca okuruz. Viktorya dönemi ile başlar, varoluşun sıkıntı ve sorunlarını dile getirir. Zaten bu dönem başlı başına bir karakterdir adeta. Romanda geçen mekanların tasviri bile karakter gibidir. Fowles, bağlantıları her bölüm başındaki alıntılarla yapar ve uyumludur. Roman bir geçiş dönemi romanıdır. Meraklısı okusun.

   Kurgu çok iyiydi, üst kurmaca var, anlatım çok katmanlı, alternatif sonlar sunuyor okuyucuya. Çok çok keyif aldım, gerildim kimi zaman. Beni nakavt etti.Okuyun mutlaka.

Kaderimizi seçtiğimiz tanrılar belirler” s.161

“Ona aşık mısın?

Aşk mı? Bilmiyorum… Her ne ise kalbimi rahatça başka birine sunmamı engelliyor.” s. 395

 

 

12 Nisan 2021 Pazartesi

BU DA GEÇER

 Yazar Adı: Ece Temelkuran

Basım Yılı: 2020

Yayınevi: Everest

Sayfa Sayısı: 174

 

   Ece Temelkuran, 1973 İzmir doğumlu, gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmış, siyasi ve edebi yazılar yazan, ödülleri olan, sevdiğim ama en çok da kadın olmasını ve bizi yazmasını sevdiğim, güçlü yazarlardan biridir. Müthiş fikirlere sahip, zeki, birikimli bir yazar. Düğümlere Üfleyen Kadınlar, Muz Sesleri, Devir ve Bütün Kadınların Kafası Karışıktır kitaplarıyla tanımıştım.



   Bu da Geçer nefis bir deneme kitabı olmuş. Kitap, 2 bölümden oluşuyor: “Gürültüde” ve “Sıradanlığın Kötülüğü” ve en başında okura mektupla başlıyor.

”deli bir gürültü var. Sadece memlekette değil, dünyada… Kerterizi kaybettik… İyi ne kötü ne doğru ne yanlış ne hepsi birbirine karıştı. Bu keşmekeşte haliyle bize de bir şeyler oluyor, değişiyoruz, bozuluyoruz… Bozulmamaya çalışıyoruz. Delirmemeye çalışıyoruz… Delirenlerimizde oluyor.” bunları anlatıyor, kitap da. Gürültüde İnsan Kalmak, Gürültüde Kadın Olmak, Gürültüde Utanmak, Gürültüde Kaçmak. Gürültüde Fısıldamak.…gibi bir takım yazılardan oluşuyor. Kimisi Kafkaokur ve Ot dergisinden kimisi de İngilizce yazdığı yazıların çevirisi. Demokrasiyi, gururu, onuru bir de ondan dinleyin. Keyifli okumalar.

“Fısıltı sızar, bağırmak zamanda durur…

Bağırmaya kapı pencere kapatılır belki ama fısıltı duvarlardan sızabilir. Çünkü kim olursa olsun, kral bile fısıldayanların ne dediğine kulak kesilir.” s.33

“Yine mi enayi yerine koyacak seni hayat? Yine mi kızacaksın kendine umutlandım diye? Umut adlı o yakışıklı filinta seni yine mi aldattı?” s.25

“Binlerce evde, sayısız uzun ilişkide kış uykusuna yatıyor sevmek, hayatın eften püften meşguliyetlerinden bir battaniyeyi üzerine çekerek. O kadar derin uyuyor ki bazen öldü sanıyorsun. “ s.114

 

 

11 Nisan 2021 Pazar

TEFTİŞ

 Yazar Adı: Josh Malerman

Basım Yılı: 2019

Yayınevi: İthaki

Sayfa Sayısı: 444

 

   Josh Malerman, (1975-…) Amerikalı roman , öykü yazarı. YRICA The High Strung isimli rock grubunun solist ve söz yazarı. En bilinen eseri Kafes, Netflix'de de filme uyarlanan kitabını okumadım. Yazarla Teftiş kitabıyla tanıştım.



  Teftiş, insanların dehaya ulaşmak için bir deney yürüten 2 bilim insanının hikayesini anlatıyor. İnsanları bilimden, sanattan uzaklaştıran, dehaya ulaşmasının engelleyen şeyin karşı cinse ilgi olduğunu varsayıyorlar. Bu varsayımla, bebeklikten aldıkları çocukları her şeyden izole edilmiş bir okulda yetiştiriyorlar. Karşı cinsin varlığından haberleri olmadan bir ormanda kulelerde yaşıyorlar. Sanatla, bilimle, sporla ilgili eğitim alıyorlar. Alfabe Oğlanları ve Harf Kızları denilen bu 12 yaşındaki çocuklarla başlıyor kitap. Hikayenin çatışma bölümü ise Alfabe oğlanlarından J ile Harf kızlarından K ile karşılaşmalarıdır.

  Kurgu iyiydi, distopik bir kitap, gerilimi hissettiriyor ama ben okurken yer yer sıkıldım. Her bölümde bir rutinlik vardı. Psikolojik gerilim türü olabilir. Çok korku türüne girmiyor bence. Sonuç olarak, bastırılmış duyguların ve aşırı kontrolcülüğün, aklın ve bedenin doğasına karşı konulamayacağını  gösterdi.

 “Yücelik ona bakanın gözüne hoş görünmez. Dünyanın en büyük düşünürlerinin suratlarını incele. Orada iyimser bir yılgınlık göreceksin. Bu yorgunluktur. Bu sana öğrettiğim son şey olsun, Brad: Yorgunluğunu getiren durağanlık değildir. Onu elde etmek için kıpırdaman gerekir. Ve o devinim suratında endişe çizgilerinin belirmesine, saçlarının seyrelmesine, eskiden parıldayan gözlerinin üzerine travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip kimselere özgü bir tabaka inmesine neden olur. Söyle bana Brad sen hangisini tercih edersin? Kolaylıkla okunabilen alelade bir surat mı yoksa en kutsal yerinin kapısını çalıp duran bir adamın kanlı eklem yerlerini mi?” s.31

“Hepinizin bir yazım tarzı vardır, birde sahip olmak istediğiniz yazım tarzı. Aklınızdan geçen şeylerin yazamayacağınız kadar çılgınca olduğunu düşünürsünüz ama asıl yapmanız gereken şey, kendinizi utandırmaktır… çılgınca davranmaktır. Tüm bu utanç zırvalıklarının sonunda en başından beri yazmak istediğiniz şeye kavuşursunuz.” s.89

 

KÜLLERİN GÜNÜ

 Yazar Adı: Jean Christophe Grange

Basım Yılı:2021

Yayınevi: Doğan Kitap

Sayfa Sayısı:280

   Karanlığın unsurlarından biri olan tarikatlar evreninde akıl almaz suçların ve cinayetlerin işlendiği bir Grange romanıyla maceraya başlıyoruz. Huysuz  Niemans ve küçük Slav İvana kahramanlığında, Tebliğcilerin yaşadığı bir bölgede işlenen bir cinayet konu alınıyor. Bu kez İvana, bağ bozumu için mevsimlik işçi kılığında bölgeye  girer. Niemans dışarıdan, Ivana içeriden bu “masum” topluluğun sırlarını açığa çıkarmaya çalışırlar.

   Tebliğciler; bu topluluk Fransa topraklarında ayrı bir cumhuriyet. Bu topluluğun üyelerine Anabaptistler de denmektedir. Bu topluluğun bir lideri yok. Ünlü olmalarının en önemli sebebi olan şaraplarını “dış dünya” ya satarak geçinmelerine rağmen, kendi yasalarını ve düzenlerini kurmuşlar. Tebliğciler kendilerini tamamen Tanrıya adamış “sevgi dolu” topluluk. Hatta onlara sorarsanız şiddetin ne olduğunu bilen kimse yok aralarında . Kavga etmeyi bile bilmezler. Kulağa hoş geliyor…

   Heyecan veren bölüm bu kitabında da kısaydı. Katili bulmak için verilen çaba oldukça azdı. Grange’den alıştığımız sürprizler ve göz alıcı teknik bilgiler yoktu. Çok sade kalmış kitap. Betimlemeleri için seçilen zeki cümleler, dini motifli kurgular, son sayfasına kadar okuyucuyu bağlamasıyla olağanüstü bir yazar benim için hala..

  “Yuhanna incilinde İsa şöyle der.” Bir kimse bende kalmazsa, asma dalı gibi dışarı atılır ve kurur; bunlar toplanır, ateşe atılır ve yakılır.” İsa bizim hasadımızdır anlıyor musun? Artık gerekli olmayan her şey yakılır. Ertesi günü bağlar külle kaplanır. İşte o zaman biz bu bağ bozumu için Tanrı’ya şükredebiliriz ve gelecek yılki bağ bozumu için dua edebiliriz. Bugün “küllerin günü “ olarak adlandırılır.” s.152

“Niemans, arabasından inip kiliseye doğru yürüdü. Tuhaf bir şekilde kendini güçlenmiş ve canlanmış hissediyordu. Burada Tanrısını buluyordu, çocukluğu boyunca ona telkin edilmiş ve onun gözündeki güven verici etkisi hala devam eden Tanrı’yı. Onun bu duygusunu pekiştirmek ister gibi çanlar çalmaya başladı. Bir anda manevi bir duygu çatıların üzerinden, duvarlardan, eşiklerin altından dökülüyormuş gibi geldi ona. Dünya birden yeniden uyuma, evrensel tutarlılığa kavuşuyordu. Resimlerle, heykellerle, altın rengi ve kırmızı kıyafetler giymiş din adamlarıyla dolu çocukluğunun uyumu.” s.153

“Tebliğciler: 16.yy. da, vaftiz onları fiziksel olarak değiştirdi. Kurtarılmışlar, bir görevi miras edinmişlerdi: saf ve yeni bir soy geliştirmek. Bir tür Tevrattaki Adem’in reboot edilmesi..

Kelimenin tam anlamıyla yeniden üremeye kara verdiler. Kuşaklar boyunca tek ve aynı insana dönüşmeye. Klonlar, istersen böyle de diyebilirsin. Hep aynı DNA ya sahip olarak üremek için ensest yapıyorlardı. Bu hayvan yetiştiriciliğinde çok iyi bilinen bir tekniktir. Mesela bir at soyu içinde bir kalite geliştirmek istendiğinde, en iyi yöntem kısrağı kendi tayıyla çiftleştirmektir. Ensest yasasını tebliğciler umursamıyor.” s.238

“Tek bir kişiyi özlerseniz her yer ıssızlaşır.” s.164

“Masumiyet insanoğlu için sürekli meydan okumadır.” s.278

“Gecenin bu saatinde, böyle bir hiçlik içinde, en kötü düşman umutsuzluktu.”

 

"Bu gizemli soy ağacına el koymak gerekiyordu. Hep kendine dönen, birbirini boğan dallarıyla biçimsiz bir ağaç. Katili harekete geçiren dürtü de buydu.” s.238