10 Aralık 2020 Perşembe

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Yazar Adı: Nurdan Gürbilek

Basım Yılı: 2012

Yayınevi: Metis

Sayfa Sayısı: 142

   Nurdan Gürbilek, 1956 Kütahya doğumlu, edebiyat eleştirmeni, editör, yazar. Edebiyatı ve kültürü, kendine özgülüğü içinde toplumsalı görebilen şahane bir yazardır. “Vitrinde Yaşamak” deneme kitabıyla tanıştığım yazar, geliştirmiş olduğu düşünce üslubuyla  takdire değer. Edebiyat eleştirmeninin kalmadığı bu dönemde insana ilaç gibi geliyor. Edebiyat eleştirisinin toplumu anlamakta ne kadar önemli bir alan olduğunu kanıtlamıştır. Sorgulayıcı bakış açısıyla 2010 ve 2011 de edebiyat ödülleri almıştır. Bu kitabında, 80’li yıllarla beraber değişen Türk toplumuna ayna tutuyor. Onunla aynı havayı solumak insana onur veriyor. Orhan Gencebay’dan İbrahim Tatlıses’e, ağlayan çocuktan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Suad’ına, öksüz ve yetim temiz yüzlü çocuk algısından dehşet saçan tinerci çocuklara kadar uzanan bir serüvenin eseri. Toplumsal, psikolojik bir çok konuyu düşünmemizi sağlayan dolu dolu bir kitap. Okuyun mutlaka…


“Arzunu bastır ki örgütleyebilesin.” s.22

“Uygarlığın ilk talebi, çoğu zaman bireysel özgürlük pahasına adalettir. Adalet, bir kez kurulmuş hukuk düzeninin tek bir birey yararına bozulmayacağının garantisidir." 

“Çocukluğunu yaşamadan büyümek zorunda kalmış bu yüzden çocuk kalmışlardır. Vaktinden önce büyümüşler, bu yüzden evde kalmışlardır. Hayatın acemisidirler, hayat bilgisinden, “hayat paso" sundan yoksundurlar.”

“Bana göre biz çocuk kalmış bir milletiz. Olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, mitlere bağlı bir şekilde yorumluyoruz. Bir yanıyla saflık, hesapsızlık ve samimiyet demektir çocukluk. Doğunun çocukluğuna, “bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımız” dediğimiz şeye sempati duyar Atay: “biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet’in meselesine katılırız. “Palto” bizi derinden sarar... 

Batı değerlendirir, biz severiz.” s.54

“İdeale, geleceğe doğru yol kapanınca, bu kez geriye, ana kucağına yolculuk başlar.” s.66

“Ölümü utanç ve tiksinti kaynağı olarak gören toplum, yası da toplumsal bir zorunluluk olarak değil, bir zaaf, dahası bir maraz olarak görür.Yastaki kişiye hoşgörüyle ama sanki sakatmış gibi davranılmasının nedeni de budur.”

 

20 Ekim 2020 Salı

ZAHİR

 Yazar Adı: Paulo Coelho

Basım Yılı: 2005

Yayınevi: Can Yayınları

Sayfa Sayısı: 178

 

   Paulo Coelho; 1947 doğumlu, Brezilya’lı söz ve roman yazarı. Türkiye’de Simyacı romanıyla tanınan, benim de okuduğum “ermiş ruhlu” yazardır. ”Veronika Ölmek İstiyor” kitabının ise ben de ayrı bir yeri vardır. Coelho, spritüel kitaplarında, karanlık ve ürkütücü olabiliyor. Fakat okurla bağını iyi kuran bir yazardır.




   Zahir kitabında, kaybolan karısını bulmak için yola çıkan yazar, Fransa’dan Orta Asya’ya uzanan kendi içsel yolculuğunu anlatır. İçsel anlatımı sevenler için müthiş bir roman. Kitap sürükleyici değil, ben sıkıntılı buldum. Kitabın içindeki insanlar arasında sorgulama, tartışma, cevapsız sorulara yanıt arama şeklinde bir anlatım var. Mistisizm, aşırı romantizm kullanımı mevcut, sürprizleri pek yok.       

   Yine de iyi okumalar dilerim.

“Özgürlük, birilerine sözler vermeden yaşamak değil benim için en iyisini seçme yeteneğiydi”.

“Ben serüven ve bilinmeyen peşinde koşarken, kadınlar denge ve sadakat arıyorlardı.”

“O hiç şikayet etmeden, kendisini kurban görmeden tüm zor günlerde ayakta kaldı.”

“Sadakat nedir ki, zaten benim olmayan bir bedene ve ruha sahip olma duygusu mu?”

“Aşk, evcilleşmemiş bir güçtür. Onu kontrol etmeye çalıştığımızda bizi yok eder. Onu hapsetmeye çalıştığımızda o bizi esir alır. Onu anlamak için çabaladığımız da kendimizi kaybolmuş ve şaşkına dönmüş hissetmemizi sağlar.”

“İnsanlar savaşta oldukları zaman mutlular. Onlar için dünyanın anlamı var. Daha önce söylediğim gibi, bir dava uğruna güç toplamak ya da kendilerini kurban etmek yaşamlarına anlam katıyor.”

“Aslında duyduğum aşka tamamıyla inandığıma da emin değilim; sadece yaralı bir gurur da olabilir.”

“Evlilikte kadına en fazla keyif veren şeyin ne olduğunu biliyor musun?

-Sex

-Hayır yemek yapmak. Yemek yiyen erkeğini seyretmek. Bu bir kadının zafer anıdır, çünkü bütün gününü akşam yemeğini düşünerek geçirmiştir. Ve bunun nedeni geçmişteki hikayede saklı olmalı açlıkta, neslin tükenme tehlikesinde ve hayatta kalma çabalarında”

“Modanın bize söylediği gibi giyinmeliyiz, sevsek de sevmesek de sevişmeliyiz, ülkemizin sınırları için öldürmeliyiz, emekliliğin bir an önce gelmesi için zamanın çabuk geçmesini istemeliyiz, politikacıları seçmeli, yaşamın ne kadar pahalı olduğundan şikayet etmeli, saç biçimimizi değiştirmeli, farklı olan herkesi eleştirmeli, dinsel inancımıza bağlı olarak Pazar, Cumartesi, Cuma günleri dini görevlerimizi yerine getirmeli ve orada günahlarımızın bağışlanması için yalvarmalı ve gerçeği bildiğimiz için gurur duyarak kendimizi göklere çıkartıp yanlış tanrıya ibadet eden diğer kabileyi küçümsemeliyiz.”

“Aptal insanlara gerçekten de özel bir kimlik kartı verilmeliydi çünkü kolektif aptallığı besleyen onlardı”

“Neden bazı insanları severiz ve diğerlerinden nefret ederiz? Öldükten sonra nereye gidiyoruz? Sonunda öleceksek neden doğuyoruz? Tanrı ne demek?

 Steplerden rüzgarın değişmeyen sesiyle yanıt geliyor. Ve bu kadar yeter: yaşamın temeline dayalı soruların asla yanıtlanamayacağını ve yine de hala ilerleyebileceğimizi bilmek yeter.”

 

DİNSEL İNANÇLAR VE DÜŞÜNCELER TARİHİ 3

 Yazar Adı: Mircea Eliade

Basım Yılı: 2003

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 328


 Muhammed’den Reform Çağına

   Eliade, bu cildini de 8 bölümde toparlamış. Hıristiyan kiliselerinin tarihini aydınlanma çağına kadar sürdürüp Hinduizm’in gelişmesi, ortaçağ Çin’i ve Japonya dinleri hakkındaki bölümleri bu cilde bırakmış. IV. Yüzyıldan XVII. Yüzyıla kadar Avrupa'daki dinsel inançlar, düşünceler ve kurumlar üzerinde (skolâstik, Reformlar) daha az durmuş. Ders kitaplarında önemsenmeyen veya suskunlukla geçiştirilen olaylara daha geniş yer vermiş gibi. Örneğin Heterodoks akımlar, zındıklıklar, halk mitolojileri, ibadetleri, cadılık, simya, ezoterizm gibi dinsel yaratımlar ilginçti. Sonuçta dinsel inançların ve düşüncelerinde bir tarihi olduğunu ben bu kitap sayesinde çözümledim. Bu cildin en önemli gelen kısmı arkaik ve geleneksel dinlerin tanıtılması oldu.



“Cengiz han, İmam Buhari ile yaptığı tartışma da ona şöyle der: “Tüm evren tanrının evidir, ona ulaşmak için özel bir yer (örn, Mekke) belirlemenin ne faydası var?”

“Tüm evrensel din kurucuları içinde, yaşam öyküsü ana hatlarıyla bilinen tek kişi Muhammed’dir.” s.79

“Tüm mezhepler “söz, söylem” anlamına gelen ama sonunda ilahiyatı ifade etmek için kullanılmaya başlanan Arapça bir terim olan kelam adıyla bilinen akli yöntemi kullanmışlardır. En eski kelamcılar, Hicri II. Yüzyılın ilk yarısında Basra’da örgütlenen düşünürler grubu olan Mu’tezilerdir.” s.13

"İlk imam Ali’ye göre: “Kuran’ın hiçbir ayeti yoktur ki, dört anlamı bulunmasın.

Zahiri anlam (dil ile ikrar içindir.)

Batıni anlam (kalple idrak içindir.)

Hadd (sınır) (caiz olanla olmayanı ayıranı belirler)

Muttala (ilahi tasarı) Allah’ın her ayet ile insanın içinde gerçekleştirmeyi hedeflediğidir.

Bu anlayış Şiiliğe özgüdür. Birçok mutasavvıf ve kelamcı tarafından paylaşılmaktadır.

”Şeriat hakikatin zahiri yönü, hakikat ise Şeriat’ın Batıni yönüdür. Şeriat: simge, Hakikat: simgelenendir. İran’lı filozof N. Hüsrev.” s.138

 

3 Ekim 2020 Cumartesi

DİNSEL İNANÇLAR VE DÜŞÜNCELER TARİHİ 2

 

Yazar Adı: Mircea Eliade

Basım Yılı: 2003

Yayınevi: Kabalcı

Sayfa Sayısı: 480


Gotama Budha’dan Hıristiyanlığın Doğuşuna

   Mircea Eliade, eserinin bu cildinde de dinsel düşünceler tarihini, neredeyse yedi kıtayı ele alarak, haritasını çıkarıyor. Yazarın en büyük ustalığı dinler tarihini anlatırken mitleri, teolojiyi, tarih ve felsefeyi sentezleyerek sunuyor okurlarına. En önemlisi, düşünce tarihini de anlatmayı çok iyi başarıyor. Zihnimizin boşluklarını dolduran bir külliyat niteliğinde. Dinler şöyle gelmiştir, peygamberler böyle gelişmiştir, insanlar bu yüzden inanmıştır gibi beklentiniz varsa okumayın. Çünkü bir tarih kitabı, ders kitabı niteliğinde.



   Yazar kitapta, Eski Çin, Hinduizim, Roma, Kelt, Cermen, korsanlar, baskıncılar, Trak dinleri, Yahudilik, İran ve Hıristiyanlığın doğuşunu, bölümler halinde anlatıyor. Söylemsel ve simgesel tüm temel yapıları ortaya koyar ve dinin bir dünya görüşü olduğunu söyler. Gerçek ve anlamlı bir  dünya bilinci kutsallığın keşfiyle ilgili oluyor.

 Keltler,Cermenler Traklar ve Getler bölümünden:

“Tüm kıyamet edebiyatının iyi bilinen klişelerine burada da rastlanmaktadır.: Ahlak giderek çöker, insanlar birbirini boğazlar, yer sarsılır, güneş kararır, yıldızlar aşağı düşer; zincirlerinden kurtulan canavarlar yeryüzüne saldırır; Büyük Yılan okyanustan dışarı çıkar, büyük su baskını felaketlerine yol açar.” Ama daha özgül ayrıntılarda bulunmaktadır. s.187

İran'ın Yeni Sentezleri bölümünden:

“Yaşayan hükümdarların tanrılaştırılması Helenistik çağa özgü bir olgudur.” s.354

“maddi dünyada yalnızca insan hür iradeye sahiptir. Ama ruh ancak içinde yaşadığı beden aracılığı ile etken olabilir, beden ruhun aracı, giysisidir. Üstelik beden de karanlıklardan değil ruhla aynı tözden yapılmıştır; başlangıçta beden ışıltılı ve güzel kokuluydu ama tensel istekler onun kötü kokmasına neden oldu. Bununla birlikte mahşer gününden sonra, ruh yeniden dirilecek ve şanlı bir bedene kavuşacaktır.” s.365

 

DİNSEL İNANÇLAR VE DÜŞÜNCELER TARİHİ CİLT 1

 


Yazar Adı: Mircea Eliade

Basım Yılı: 2003

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 462


Taş Devrinden Eleusis Mysteria’larına

   Kitap bilgi bombardımanı sunuyor. Yazar kitabı kısa ve özlü hale getirerek 3 ciltte toplamıştır. Meraklısı mutlaka okumalıdır. Okumak benim 3 ayımı aldı. Ki yüzeysel bir okuma yaptım. Hayli kapsamlı kaynakça kullanmış.



   Bu kitabın okuyucusu; paleolitik çağın, Mezopotamya ve Mısır’ın düşünce ve inançlarını gözden geçirdikten sonra Veda ilahileri (sadece Hinduizm’in değil aynı zamanda Ari kültürünün de yazılı kaynağı, kutsal bilgi), Brahmanalar (Hint kozmolojisinde piramidin en tepesindeki insan oğulları, evrensel ruh) ve Upanişadlar’la (Hinduizm’in felsefi ve daha çok mistik yapıdaki kutsal kitapları) karşı karşıya kalacak, Zerdüşt, Gautama Budha ve Taoculuk, Helen mysteria’ları, Hıristiyanlığın yükselişi, Gnostisizm (Tüm dünyevi değerleri hiçe sayan bilgi kaynağının keşif ve ilham olduğunu savunan tasavvufi ve felsefi akım), simya ve Graal (kutsal kase veya felsefe taşı) mitolojisi üzerine düşünecek sonra Sankara’yı (Hindu Tanrısı) Tantracılığı ve Milarepe’yı (Tibet’in ünlü yogilerinden), İslam’ı, Gioacchino da Fiore’yi (İtalyan bir ilahiyatçı) veya Paracelsus’u (16. yy doktor, modern tıbbın kurucularından) keşfedecek, Quetzalcoaltl (Mezoamerika (Kolomb öncesi Amerika kıtasında yaşamış yerliler) panteonu içindeki tüylü yılan ve ağlayan tanrısı) ve Viracocha’yı (İnka’ların gezgin sakallı ihtiyar tanrısı) ve Gregorios Palamas’ı (Ortaçağın ilk papası), ilk Kabalacıları, (Yahudi mistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu) ve İbn-i Sina’yı keşfettikten kısa bir süre sonra Alman illuminatistleri (1776’da kurulmuş batıl inanca, dinin sosyal hayat üzerindeki etkisine karşı koyan mason topluluğu) ve romantikleriyle, Hegel, Max Müller, Freud, Jung ve Bonhoeffer’le karşılaşacaktır.”

 

“Kutsal; insan bilincinin tarihinde bir aşama değil bilincin yapısı içinde bir unsurdur.” s.11

“Avlanma, cinsiyetler arası iş bölümünü belirledi ve böylece “insanlaşmayı” da güçlendirdi.”

“Çatışmalar, yarışmalar, kavgalar hayatın yaratıcı güçlerini uyandırır, kışkırtır veya artırır.”

“Her teknolojik buluşa, her ekonomik ve toplumsal yeniliğe ikinci bir dinsel anlam ve değer katmanı eşlik eder gibidir.”

“Tahıl ekimini yaygınlaşması belirli ritüelleri, mitleri ve dinsel düşünceleri de beraberinde taşıdı.”

“ekili tarlalar kadınların mülkü haline geldi. Koca eşinin evine yerleşiyor ve soy anaya bağlı olarak yürüyordu. Erkekler, av ve balıkçılık dışında, tarla açma, tarıma elverişli hale getirme çalışmalarını üstleniyorlardı.”

“Romalılar tarihsel olarak düşünürken, Hintliler masalsı biçimde düşünmektedir. Romalılar milli, Hintliler evrensel açıdan düşünmektedir. Romalıların ampirik, görelileştirici, siyasi, hukuki düşünme biçimi karşısında, Hintlilerin felsefi, mutlak, dogmatik, ahlaki ve mistik düşüncesi yer almaktadır.”

Argoslar ve Arkadialar yunan mitolojisinin kahramanları, birçok insanlık kurumlarını onlar bulurlar. Site yasaları ve kent yaşamının kuralları, tek eşlilik, madencilik, şarkı, yazı, taktik vs bazı zanaatları onlar uygular. Onlar tam anlamıyla site kurucularıdır ve koloniler kuran tarihsel kişilikler öldükten sonra kahraman olurlar.” s.347

 

29 Ağustos 2020 Cumartesi

DİNLER TARİHİNE GİRİŞ

 Yazar Adı: Mircea Eliade

Basım Yılı: 2003

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 456

   Mircea Eliade, (1907-1986) önde gelen din tarihçilerindendir. Dünyanın çeşitli dinlerindeki, simgelerin, mitlerin, dilin izlerini sürmüş, incelemiş ve çözümlemiştir. Yazar sadece tek tanrılı dinleri ele alıp incelememiştir. İlkel ve gelişmiş tüm dinleri eş zamanlı olarak incelemiş, ortak ögeleri ortaya koymuştur. Kitap da o kadar çok bilgi var ki nerden alıntı yapacağımı şaşırdım. Kitap farkındalık yaratıyor. Bazı geleneklerin ardında ciddi anlamda eski inanışların olduğu bariz bir durum var. Biz farkında değiliz. Bu anlamda harika bir eser olmuş. İnsanı sorgulamaya itiyor. Kafanız karışabilir. Teolojiye bu kitaptan başlanmalı. Anlatımı açık ve anlaşılır. Mutlaka okuyun.

“Anu, en azından tarihin başlangıcında soyut bir tanrıdır.”

“Tabi ki Anu’nun evi göktür.”

“Yıldızlar onun ordusudur. Çünkü Anu evrensel hükümdar olarak savaşçı bir tanrıdır.” s.85

“Daha sonra gök tanrılarının büyük çoğunluğu “özelleşmişler” fırtına ve bereket tanrılarına dönüşmüşlerdir. Ama tanrıların sonradan belli alanlarda özelleşmelerini, din tarihinin oldukça iyi bilinen süreçleriyle açıklamak gereklidir. (somut olana eğilim; ”yaratma”, ”bereket” düşüncesine dönüşmesi vb.) ve her durumda parlak gökyüzü tanrısı düşüncesinde meteorolojik işlevlerinde yer alabileceği olgusu yadsınmamalıdır.”

“Özdeşleştirme- Yüce Varlığın güneşle özdeşleştirilmesine en iyi örnek Hindistan’ın Kolarien kabileleri tarafından verilir.”

“Bu insanların işlerine karışmayan yumuşak tabiatlı bir tanrıdır.”

“Ay ölçer ama aynı zamanda birleştirir.”

“Bu nedenle tarih öncesi çağlardan beri su-ay-kadın üçlüsü hem evrenin hem de insan üretkenliğinin yörüngesini biçimlendirir gibi görünmektedir.”

“İran’lı su tanrısı Ardvisura Anahita’dan ”sürüleri çoğaltan…malları…zenginliği artıran…toprağı bereketlendiren…tüm insanların tohumunu arındıran…kadınların rahmini arı kılan…onlara ihtiyaçları olan sütü veren ermiş” olarak söz edilir.Yıkanmak suçtan arındırır.” Ölülerin varlığından kaynaklanan kötülükleri temizler, deliliği geçirir (Arkadya’daki Clitor çeşmesi) günahları da fiziksel ya da ruhsal bölünmeyi de giderir. En önemli dinsel adetlerin kökenin de yer almaktadır. Ve böylece insanın kutsalın idaresine girmesini sağlamıştır. Tapınaklara girmeden önce ve kurban törenlerinden önce yıkanılır.” s.202

   Kadın, Cinsellik, Tarım-Kadın ve Tarım arasında öteden beri var olan bir özdeşleşme varmış. Örneğin Doğu Prusya’da, yakın zaman kadar çıplak bir kadının tarlaya bezelye ekme adeti varmış. Finlilerde kadınlar; tarlaya, tohumları adet gördükleri dönemlerde giydikleri giysilerle, fahişenin ayakkabısı içinde ya da gayri meşru bir çocuğun çorabında taşırlarmış. Böylece oldukça güçlü bir cinsellik taşıyan insanlar tarafından taşınan eşyalarla temas eden tohumların verimli olacağı düşünülür. Bir kadının ektiği pancarlar tatlı, erkeğin ektikleri acı olurmuş??  Estonyalılarda keten tohumlarını tarlaya genç kızlar taşır, İsveçliler ise keten tohumlarını tarlaya yalnızca kadınların dikmesine izin verirlermiş. Almanlarda, tohumları eken özellikle evli ve gebe kadınlar… Toprağın bereketiyle kadınların yaratıcı güçleri arasındaki mistik bağ ”tarımcı zihniyet” diyebileceğimiz zihniyetin en temel güdülerinden biridir.

İslam metinlerinde de kadın “tarla” olarak imgelenir. Kur’an da “Kadınlarınız sizin tarlanızdır “ denir. s.260

Fin çiftçilerin, tohumları tarlaya ektikten sonra memelerinden akıttıkları bir kaç damla sütle bunları suladığı doğrudur.

   Jan de Vries’in belirttiği gibi, bu geleneğin anlamı, hasadın gerçek “gücüne” özüne zarar gelmemesini sağlamaktır. Aynı nedenle bir ağacın son meyveleri toplanmaz, koyunların sırtında bir tutam yapağı bırakılır, Estonya’da ve Finlandiya’da, buğdayın bulunduğu dolap tamamen boşaltılmaz; çiftçiler, kuyulardaki suyu çektikten sonra bir kaç damla su akıtırlar. Biçilmeyen buğdaylar, bitkilerin ve ekili tarlanın gücünü kendinde toplar. Bu gelenek-tüketilen ama asla tamamen yok olmayan kendi büyüsüyle kendini yenileyen “güç” kavramından türemiştir-bitki güçlerinin mitolojik kişilerine ya da tarlayla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili çeşitli ruhlara sungular vermek olarak yorumlanmıştır.

   Tarihin yönünü belirleyen ne nüfusun artışı ne de yiyecek bolluğu idi; tarihin yönünü belirleyen insanın bu keşifle birlikte geliştirdiği zihniyettir. İnsan tahıllar aracılığı ile gördüklerinden, onunla uğraşırken öğrendiklerinden, tohumun toprağın altında kendi hüviyetini yitirdiğine tanık olarak anladıklarından belirleyici bir ders çıkarmıştır.

“İslam inanışlarına göre, dünyanın en yüksek yeri Kabe’dir. Çünkü kutup yıldızı, onun göğün merkezinin tam altında olduğunu göstermektedir.

   Benzer kavramlar Babil’de “gökle yerin temelinin evi” “gökle yerin arasındaki bağ”, adları sayılabilir. Yer ve yer altındaki bölgeler  arasındaki geçiş de her zaman tapınaklarda mümkündür. Yine İbranilerde rastlanır “Kudüs Kayası”, yerin altındaki suların merkezindedir. Romalılarda “mundus açıldığında , yeraltının ürkütücü tanrılarının kapısı da açılmış demektir” diye yazar. 

"İtalyan tapınakları da göğün, yeryüzünün ve yeraltının kesiştiği yerdi.” s.363

   İranlıların yeni yılı Nevruz, hem Ahura Mazda bayramı hem de insanın ve dünyanın yaratıldığı gündür. Nevruz gecesi sayısız ateş ve ışık yakılır, tanrılara içki sunulur, suyla yıkanarak arınılır ve böylece gelecek yıl bol yağmur yağması sağlanmaya çalışılır.

Tüm bu olguların ortak noktası vardır: evrenin doğumunun simgesel olarak tekrarlanmasıyla zamanın dönem dönem yenilenmesi düşüncesidir.

   Bunların hepsinin açıklaması bütünle örtüşme isteğinden doğar. “Bütünü” bir sisteme dahil etme eğilimi, çok yönlülüğü tek bir “duruma” indirgeyerek onu olabildiğince saydamlaştırma çabası olarak görülmelidir.

“Kutsala direnmek, varoluşçu metafizik için özgünlükten kaçışla aynı anlama gelmektedir.”s.436

 

23 Ağustos 2020 Pazar

TANRI YANILGISI

 

Yazar Adı: Richard Dawkins

Basım Yılı: 2007

Yayınevi: Kuzey Yayınları

Sayfa Sayısı: 360

 

      Richard Dawkins, 1941 doğumlu, Britanyalı evrimsel biyolog ve yazar. “İnsanların hayatlarında, nesnel dünyadan öte bir şeye ihtiyaçları olduğu söylenir, bu nesnel dünyanın dolduramayacağı bir boşluk vardır; insanlarının hayatlarının bir amacı olduğuna inanmaları gerekir.” der. Din ve bilimin birbiriyle çatışmaması gerektiğini söyler. Darwinci bilim adamı, ateizm savunucusu olarak ünlenmiştir. Evrim, yaratılış ve din konularındaki fikirlerini açıklamak için pek çok popüler bilim kitabı yazmıştır.


  Tanrı Yanılgısı kitabında da dini epey sorgulamıştır. Evreni açıklama konusunda aydınlatıcı buldum. Kitap, bu kadar bilimsel olup ancak bu kadar akıcı olabilir. Körü körüne inanmak mı yoksa sorgulamak mı? Din konusunu tabu haline getirmeyen, soru sorma cesareti olan herkesin mutlaka incelemesi gereken bir kitap. Yazar sorular sorup cevaplarını verirken, bizi de kendi cevaplarımızı vermeye itiyor. Özellikle ahlakın, dinden bağımsız olduğunu sarsıcı bir biçimde gösteriyor. Tanrı kavramına getirdiği güçlü savunmaları yok. Üzerinde durduğu argüman “Tanrıyı Kim Yarattı?” sorusu. Olasılıklardan yola çıkarak Tanrı kavramını basitleştirmek yerine daha karmaşık hale getirmiş. Hep bir kaçamak ve alakasız konulara giriş yapmış. Varlık felsefesine yüklenmiş fakat eksik kalmış. Bilim adamları bu konuları filozoflara bırakmalı. Evrim kuramı hakkında bilgisi olmayan için çok sıkıcı olabilir. Bir de "bing bang" öncesi durum için verebileceği bir argüman göremedim. Beklentimi karşılamadı desem yeri. İnsanı güldüren, zihninin boşluklarını dolduran yerleri var. ”Cosmos” ve “İnancın Hikayesi” belgesellerini izlemenizi öneririm.

“Tanrı korkusu bu insanları bu kötülükleri yapmaktan neden alıkoymadı?” s.224

“Her hareketini gözetleyen ve hatta bütün sahte düşüncelerini bile izleyen gökyüzündeki büyük gözetleme kamerasına veya kafanın içine yerleştirilmiş küçük dinleme aletine gerçekten inanıyor musun?” s.222

“Emily Dickinson şöyle demiştir:

 Hiçbir zaman bir daha gelmeyeceğidir

Hayatı bu kadar tatlı yapan.” s.447

“Bütün dinsel inançlar, o inançla yetiştirilmemiş insanlara tuhaf görünür.”

 

 

 

CEHENNEME ÖVGÜ Gündelik Hayatta Totalitarizm

Yazar Adı: Gündüz Vassaf

Basım Yılı: 1997

Yayınevi: İletişim

Sayfa Sayısı: 105

   Gündüz Vassaf, 1946 doğumlu, yazar ve psikolog.12 Eylül’den sonra öğretim görevlisi olduğu Boğaziçi Üniversitesinden uzaklaştırılmış, muhalif bir beyindir. Günümüzdeki bir çok değeri ve kavramları sorgulamış mükemmel bir kalemdir. Radikal gazetesinde de yazılar yazmıştır.


   Kitap gündelik hayattaki her alanda totalitarizmin varlığını çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuruyor. İlk bölümde, Geceyi totaliter Gündüzün karşısına koyarak, tespitleriyle içimizdeki bir şeyleri tetikliyor. Elinizden bırakamıyorsunuz. Mutlaka okuyun.

“Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki ya aşkın karşılığı olan hiç bir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk sözden önce de vardı.”

“Neyin delilik sayılacağını devlet tarafından tedavi ruhsatı verilen resmi şifacılar, psikiyatristler belirliyor. Deliler deliliklerinin özgürlüğünü yitiriyor.”

“Tüm dünya sistemi, yasaların, tüketici davranışlarının, ekonomi teorilerinin ve dinin rasyonalize ettiği çılgınca varsayımlar üzerine kurulmuştur.”

“Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır.”

“Ancak tarihte hiç bir hükümet, o ülkede fuhuş olması nedeniyle iktidardan düşmüş değildir. Cinsel standartlar ancak bireyler üzerinde baskı uygular.”

“Yöneticiler tabi, ama işçiler olmadan bunu yapamazlardı. İşçi sınıfı, top, tüfek ve tank yapımındaki kendi katkılarını protesto etmek için bir kez olsun sesini yükseltmiş, bildiri dağıtmış ya da greve gitmiş değildir. Oğullar ve kızlar, ana babalarının yaptığı silahlarla öldürülüyor. İşçiler daha yüksek ücret, daha az mesai için greve gidiyorlar.”

“Biz totaliteriz, çünkü insan türü olarak yaşam anlayışımız sevgi ve barışa değil güç ve egemenliğe dayalı.”

“Biz Homo Sapiensler, kendi evlerimizde bile her Allah'ın günü, çocuklarımızla birlikte, bütün öteki türleri acımasızca yönetiyoruz.”

“Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.” Oscar Wilde

“Anne babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir.”

 

22 Ağustos 2020 Cumartesi

PROUST VE GÖSTERGELER

Yazar Adı: Gilles Deleuze

Basım Yılı: 2004

Yayınevi: Kabalcı

Sayfa Sayısı:191

  Gilles Deleuze, (1925- 1995), Fransız yazar, filozof. Yazarın felsefesi deneycilik-ten yanadır. Bütün bilginin deneyden, tecrübeden geldiğine de itiraz eder. Farkın esas olduğunu, tekrarın da fark yaratan bir tekrar olduğunu söyler. “Kapitalizm ve şizofreni” adlı 2 cilt kitabı ve sinema üzerine kitaplar da yazmıştır. 1995’te ciğer hastalığı başlar ve intihar ederek hayatına son verir.


   

  Kitap da  yazar, M. Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinin analizini yapmıştır. Gösterge bilim yöntemiyle  yorumlayıp, derinlikli bir bakış açısıyla, ilginç örneklerle inceliyor. Tek okumada anlaşılıp kavranması zor bir kitap.

 “Aşina olduğumuz insanları tekrar görmek bir açınlamadır. Çünkü onların yüzleri bizim için bir alışkanlık olmaktan çıkarak, yüzdeki bir çizgiyi değiştirmiş, uzatmış, yumuşatmış ya da derinleştirmiş olan zamanın göstergelerini ve etkilerini saf halde taşırlar. Zaman görünürlük kazanmak için “bedenlerin peşine düşer ve rastladığı her bedeni ele geçirip üzerinde sihirli fenerini oynatır.” s.26

”Mösyö de Charlus, sesinde genç kız sürüleri ve koruyucu dişi ruhlar barındırır.” s.123

“Fiziksel acılarda hiç değilse acımızı kendimiz seçmek zorunda kalmayız. Hastalık acıyı belirler ve bize dayatır. Ama kıskançlıkta…” s.134

“Adeta her türden, her yoğunlukta çeşitli acıları dener ve uygun olanda karar kılarız.” s.135

“Parçaları birleştirip uyarlamak şöyle dursun, yasa bunları bölmelere ayırır, bitişikliğin içine bağlantısızlığı, içerenin içine orantısızlığı dahil eder. Hiç bir şey bilmemizi sağlamayan yasa etimizi damgalayarak, ceza uygulayarak bize kendisinin ne olduğunu öğretir; müthiş paradoks da burada yatar, cezalandırılmadan önce yasanın ne istediğini bilemeyiz, demek ki yasaya yalnızca suçluluğumuzla yanıt verebiliriz.” s.139

“Demek ki aşk, iki suçluluk duygusu kesinliği arasında gerilmiş hayali bir suçsuzluk ilanıdır;” s.140

“Öyle ki Albertine’in günahlarının kesinliği artık bu günahlar onu ilgilendirmemeye başladığında, sevmeyi bıraktığında, yorgunluk ve alışkanlık karşısında yenik düştüğünde öykülemeciye görünür olur.” s.140

“Proust’un, erkek eş cinselliğinin lanetlenmiş bir ırk olarak tablosunu ne kadar güçlü bir biçimde çizdiğini anımsarız, “Bu soy lanetlenmiştir, yalan ve riya içinde yaşamak zorundadır… anasız oğullardırlar…dostluktan yoksun dostlardırlar…şerefleri eğretidir, özgürlükleri, suç ortaya çıkıncaya kadar sürer ancak geçicidir, konumları sallantıdadır.” s.141

 

13 Haziran 2020 Cumartesi

SCHOPENHAUER TEDAVİSİ BUGÜNÜ YAŞAMA ARZUSU



Yazar Adı: Irvın Yalom
Basım Yılı: 2004
Yayınevi: Kabalcı Yayınları
Sayfa Sayısı: 434

   Irvin Yalom, varoluşçu terapi yöntemini edebiyatla harmanlayan efsane yazar. Hayatımı değiştiren  NİETZSCHE AĞLADIĞINDA kitabıyla beni kendine hayran bırakan sayılı yazarlarımdandır. Felsefe ve psikoloji karışımı bir kitap. İçindeki hikayelerde insanın içini ısıtıyor. Okuyun mutlaka…

Bugünü Yaşama Arzusu Kitap Özeti - Irvin D. Yalom

  Kitabın baş kahramanı saygın ve usta psikoterapist Julius Hertzfeld ve eski hastası Philip Slate de; katılımcı olduğu grup çalışmasının sürecini okuyucuya sunuyor. Philip aynı zamanda kötümser ve insan sevmez Schopenhaur konusunda Julius’u eğitecektir. Kanser olduğunu ve günlerinin sayılı olduğunu öğrenen Julius hayatını sorgulamaya başlar. Kitap boyunca bu sorgulama sürüyor. Yalom, size de eşsiz bir fırsat sunuyor. Grubundan çok şeyler öğreniyorsunuz. Bir terapi oluyor size de…
“Spinoza ve Einstein’ın çözümünü kucaklamak daha iyiydi: kafanı eğ, doğanın zarif yasalarına ve esrarına şapkanla selam ver ve yaşama işine devam et.” s.19
“Paltolarımızı çıkarıp eğlenceye katılmıyorsak hayat gösterisinin çoğu kaçar. Neden kapanış saatinden önce çıkışa koşalım ki” s.20
“Ölüm onu çağırmaya geldiğinde Thomas Buddenbrook şaşırdı ve büyük bir kedere gömüldü. Hiç bir inanç sistemi onu rahatlatmıyordu -metafizik gereksinimlerini uzun zamandır doyuramayan dinsel görüşleri - ve Darwin yönelimli dünyevi şüpheciliği ve materyalizmi de öyle. Mann’ın sözcükleriyle söylersek hiçbir şey ölmekte olan adama “ölümün yakın ve nüfuz edici bakışları altında bir saatlik dinginlik veremedi.”s.63
“Her şey dinin yanında; vahiy, kehanetler, hükümetin koruması, en yüksek değer ve tanınmışlık…ve hepsinden öte, doktrinlerini çocukluğun körpe çağında zihne kazıma, dolayısıyla neredeyse doğuştan gelen fikirler gibi görülmelerini sağlama şeklindeki paha biçilmez ayrıcalık..”
“Açık uçlu bir soru en iyi seçenektir.”
“Terapide gerçekten önemli olan şey fikirler, vizyon ya da araçlar değildir.”
“Ben başkalarının varlığından hiçbir zaman zevk almadım- onların saçmalıkları, talepleri, kısa ömürlü önemsiz çabaları, anlamsız hayatları, söyleyecek önemli şeyleri olan sayıları bile elin parmaklarını geçmeyen büyük kişilerle sohbetime engel olan baş belaları.”
“Başkalarının senden daha fazla acı çektiğini öğrenmek zevk verir.”
“Her şey geçiciydi ve eğer kişi gözlemci durur şunu koruyabilir ve yalnızca geçen şovu seyredebilirse zihinsel sakinliği yaşayabilirdi.”
“Hayattaki amacım olabildiğince az şey istemek ve olabildiğince fazla şey bilmek. Aşk, tutku, baştan çıkarma – bunlar güçlü duygular, türlerimizi sürdürmek için programımızın bir parçası ve Rebecca’nın az önce söylediği gibi bilinç dışı çalışabilirler. Ama her şeyi düşünürsek bu etkinlikler mantığı devreden çıkarırlar ve benim bilgi peşinde koşmama engel olurlar, bu nedenle bu duyguları istemiyorum.”
“Ne zaman insan arasına çıksam daha az insan olarak geri dönüyorum.”
“Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.”
“Düşmanının bilmemesi gerekeni dostuna söyleme.”
“Güvensizlik güven içinde olmanın anasıdır.”
“İnsanlarla uğraşmada üstünlüğe ulaşmanın tek yolu onlardan bağımsız olduğunuzu göstermenizdir. Önemsememek önemsenmeyi getirir.”
“Göreli mutluluk 3 kaynaktan gelir: kişinin olduğu şey, kişinin sahip olduğu şey ve kişinin diğerlerinin gözlerinde temsil ettiği şeyler. Schopenhauer bizim ilkine odaklanmamıza ve ikinciyle, üçüncüsüne – sahip olunanlar ve şöhretimiz – güvenmememiz gerektiğinde ısrar eder, çünkü o ikisi üzerinde kontrolümüz yoktur, bizden alınabilirler ve alınacaklardır.”
“Düşünceler zihnine girdi ama çıkan bir şey olmadı. Onun yerine düşünceler zihninde bavullarını boşalttılar, giysilerini astılar ve bir ev kurdular.”
"Kafamın içine uzanıp bütün korkunç düşünce yığınlarını alıp yere çarptığım hayalini kurdum. Sonra eğilip parçaları inceledim.Yüzünü görebiliyordum, bakımsız dairesini, kirlenmiş gençliğimi, akademik hayatla ilgili düş kırıklığımı, kaybettiğim arkadaşım Molly’yi ve bu yığına bakarken bana yapılanların… bağışlanamaz…olduğunu biliyordum.”
“Eğer ölüm korkusu her yerde varsa, bütün hayatımız boyunca peşimizi bırakmıyorsa, ölüm bu kadar korkunçsa ve onu zapt etmek için çok sayıda din ortaya çıkmışsa, yalnız başına olan ve dinsel inancı bulunmayan Schopenhauer ölümün kendisi için dehşetini nasıl yatıştırıyordu?”


25 Mayıs 2020 Pazartesi

AÇIK YAPIT

Yazar Adı: Umberto Eco
Basım Yılı: 1992
Yayı evi: Kabalcı Yayınları
Sayfa Sayısı: 321

   Umberto Eco, (1932- 2016) İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, düşünür. Takma adı, Dedalus'tur. Dünyanın  ilk 100 entelektüeli arasında 2. sırada gelmiştir. Umberto Eco, 1958 yılında Uluslar arası Felsefe Kongresine “Açık Yapıt Sorunu” başlığı taşıyan bir bildiri sunuyor. Konu tartışmaya açılıyor ve daha sonra yazar bu bildirisini geliştirip bir kuram oluşturuyor. 1962’de bir kitap halinde yayınlıyor. Eco kuramını temellendirmek için, çağdaş  felsefe, görüngü bilim, çağdaş müzik, resim, mimarlık vb alanındaki gelişmelerden yararlanmıştır.
Öte yandan kültür ve sanat tarihine de girer. İlk çağdan başlayıp Platon ve orta-çağa Dante ye geçer. James Joyce’un Ulysses’ini ve Kafka’nın yapıtlarını Açık Yapıtın en büyük örneği olarak sunar.
Eco’ya göre, her yapıtın bir bildirisi vardır ve her bildirinin de bir düzgüsü, bu düzgü bilinmeden yorum yapılamaz, yapıt anlaşılmaz.
Türkiye'ye gelmiş, Boğaziçi Üniversitesinde Orhan Pamuk'la söyleşi yapmıştır. Yazarın, "Foucault Sarkacı" (zorlandığım) ve "Gülün Adı" kitaplarını okumuştum.


   Açık Yapıt, bir ders kitabı niteliğinde bir eserdi bence. Kitabın dili zorlayıcı. Bugün artık kültür ve edebiyat teorisinde, özellikle de dilbilimde kabul görmüş şeylerden söz ediyor. Açık yapıt poetikasını, şiirsel dilin yapısının anlatıldığı bölümler daha anlaşılır. Çokluk ve çok anlamlılık kavramlarına vurgu yapar. Benim gibi altyapısı olmayan birisi için çok ağır bir kitaptı.

“Gününü kurtarma, tek kişinin buyruğuna girme, sürü zihniyeti ve kitleleştirme (massification) gibi bilinen sosyal hastalıklar, ahlakta ve politikada, moda alanında olduğu gibi beslenmede de…..Siyasal alanda olduğu gibi ticari reklam alanında da her türden gizli kandırmalar ve bilinçaltı (subluminaires) uyarmalar “iyi biçimlerin” edilgen edinilme tarzına yol açar ve bunların gereksiz bolluğu içinde ortalama insanda hiç çaba göstermeksizin yaşar gider.” s.104
”Bir yerde ketleme varsa eğer, orada beklenti zevki de vardır; ki bu da bilinmeyen karşısında bir güçsüzlük duygusu gibi bir şeydir. Çözüm ne denli beklenmedik olursa zevk de o denli yeğin olur.” s.97
İyi okumalar...

16 Mayıs 2020 Cumartesi

GÖRME BİÇİMLERİ

Yazar Adı: John Berger
Basım Yılı. 1986
Yayınevi: Metis
Sayfa Sayısı.

   John Berger (1926-2017) İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni. Cevat Çapan ve Leyla Erbil gibi yazarlarımızla yakın ahbaplık etmiştir.


   Kitap 7 denemeden oluşuyor. Denemelerin dördünde hem sözcükler hem imgeler, üçünde ise yalnız imgeler kullanılmış. Seyirciokurun kafasında soru uyandırmak amacıyla hazırlanmış. Kitabı tamamlamayı okurun kendisine bırakmış. Benim için farklı bir okumaydı, tekrar tekrar okunası bir başucu eseri. 
   Yazar Görme Biçimleri kitabında, geçmişten bugüne kadar ortaya çıkan faklı görsel eserlerin analizini yapıyor. Bize eserlerin farklı yönlerini gösteriyor. Sorulmamış soruları sorduruyor. Ufuk açıcı bir eser. Sadece sanat eserlerinin değil reklamlarda kullanılan görsellerin ve imgelerin de hangi amaçla kullanılmış olabileceği ile ilgili bilgiler veriyor.
"Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmadan önce bakıp tanımayı öğrenir." kitabın giriş cümlesidir. Anlaşıldığı üzere görme yaşadığımız dünyayı algılarken en önemli ve ilk öğrendiğimiz duyulardan birisi. Yazar sistemin bunu nasıl kullandığını da gösteriyor. Özellikle kapitalizmin.
   Berger'e göre çok düşündüğümüz ve inandığımız şeyler görme biçimimizi etkiler. İnanmak istediğimizi görürüz. Yani gördüğümüz şey tamamen kişiseldir. Objektif bir gözle görüp algılamıyoruz. 
   Hepimiz içten içe kıskanılmak, istenilen olmak, arzulanan olmak istemişizdir. İşte tamda reklamlar bize bunu görsel imgelerle veriyor. Reklamın yapmaya çalıştığı şey çok açık. Bizler bunu görmek yerine ürüne odaklanırız. Kapitalizm bize sunulanı almamızı öğütler. Reklamların kullandığı temalardan biride güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerdir. Kusursuzdurlar. Onlar gibi giyinmek onlar gibi davranmak bir tarzdır. Fiyatla çok fazla ilgilenmeyiz. Bizler dış görünüşün birer kölesi, kuklasıyız. Bizim hayatlarımız yerine bize dayatılan hayatları yaşayıp, ölüyoruz.
   Ahlaki değerlerimiz içimizden değil, din ve toplumun doğrularından geliyor. Onlardan güç alıyoruz. Bir şekilde içi boş olsa da onlara sığınıyoruz. Sorgulama, soru sorma, irdeleme yok. Berger bu eserde işte bizi buralara kadar getiriyor. Özellikle at gözlüğü takanlar için çok yararlı eşsiz bir eser. Mutlaka okuyun.
"Nü adlı kitabında Kenneth Clark, çıplak olmak giysisiz olmaktır der; oysa nü bir sanat biçimidir. Ona göre nü, resmin çıkış noktası değil resmin ulaştığı bir görme biçimidir." s. 115
"Reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar: hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun." s.320
"Her türlü ürünü ya da hizmeti satabilmek amacıyla reklamlarda cinselliğe gittikçe daha çok başvuruluyor. Ne var ki bu cinsellik hiçbir zaman kendi başına, özgür bir cinsellik değildir. Cinsellikten daha büyük bir şeyin, yaşarken istediğimiz her şeyi ele geçirebildiğimiz güzel bir yaşamın simgesidir. Satın alabilecek durumda olmak cinsel bakımdan istenir olmakla eşitlenir..... bu ürünü satın alabiliyorsanız sevilen biri olacaksınız." s.323
"İş saatleri anlamsız sonu gelmez, sür gitliği, düşlenen bir gelecekle dengelenir; gelecekte girişilecek düşsel etkinlikler o andaki edilginliğin yerini doldurur. O kadın ya da erkek işçi, düşlerinde gerçek tüketici olur. Çalışan ben tüketen beni kıskanır." s.335
"Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler." s.47

AVARA KASNAK



Yazar Adı: Ferit Edgü
Basım Yılı: 2015
Yayınevi: Sel Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 64

   Kitap  3 bölümden oluşuyor. Boşa dönen dingil anlamına gelen Avara Kasnak, yazarın 2002 yılında yazdığı 13 metinden oluşmuş bir eseridir. Kısa bir kitap. Fakat her kelimesi içine işliyor. Derin anlamlar içeriyor.


 Başıboş metinler nereye saldıracağı belli olmuyor. Serseri metinlerde denilebilir. Son bölüm benim en hoşuma giden bölüm oldu. Olumsuz Metinler… Olumsuz cümlenin olumluya dönüşmesinin diyalektik gelişmesi. İlk kez okudum diyebilirim. Çok iyi bir deneyim oldu. Yazar yapıca olumsuzluklar üzerine kurulu bir metinden olumlu bir metin oluşturuyor. Mantık sistemlerindeki gibi, olumsuzun olumsuzu olumludur.
  Metinlerde, yazarın sorgulayan, çatışmalar yaşayan sesini hep duyarız. Ben okurken bu sese çok dikkat ederim. Yazarın sesi esere yansımalı. Okunması kolay yorumlaması zor bir kitap. Okuyun mutlaka.
“Soru: Kaç türlü yolculuk vardır?
  Cevap: Kaç yolcu varsa o kadar.” s.36
“… İçinde bulunduğumuz durumda, ne yasalar geçerli bizim için, ne de yasaklar.” s.27
Arka kapaktan;
“Bazı kitapların adı tarife gerek bırakmaz -“Avara Kasnak”- onlardan biri.

15 Mayıs 2020 Cuma

BİÇİMLER RENKLER SÖZCÜKLER



Yazar Adı: Ferit Edgü
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: Sel Yayınları
Sayfa Sayısı: 170

   Ferit Edgü, 1936’da İstanbul’da doğdu. Öykü, şiir, roman, deneme türünde kitapları vardır. Çeşitli edebiyat ödülleri almış, Türkiye’nin sayılı resim koleksiyoncularındandır. Çizer-yazar… Eserlerinde çağdaş insanın yabancılaşmasını, bunalımını, varoluş sorunsalını işler.


 Ferit Edgü bu kitabında, muhteşem ressamlar ve yapıtlarıyla şahane bir yolculuğa çıkarıyor biz okurları. Sanatçıların eserlerinin dillerini çözüyor ve okumasını yapıyor.Yazar ön sözünde “göz dinler” diye bir ifade kullanır. Bu ifadenin karşılığını resimlerde arar. Göz gerçekten de çizgileri, renkleri, istifi, hatta okuyucuyu dinliyor. Renkler; yeşil, kırmızı, mavi, mor, siyah… Her zaman her resimde aynı dilden konuşmuyorlar. Aynı el aynı nesneyi ya da modeli aynı biçimde çizmiş olsa bile.
   Her yazarın, şairin kaleminden çıkan bir kelimenin aynı olmadığı, aynı anlama gelse bile aynı olmadığını düşünmüşsünüzdür. Belki abartılıyor. Ancak abartılarak algılanabilir bir gerçek. Özellikle bir sanat yapıtının gerçeği. Örneğin bir at resmi; ne bir yolda, ne çayırda yalnızca tuvalin üzerinde (kendi dünyasında) yaşama savaşı veren, yorgun, hüzünlü bir at.
 Yazar bize “ne buluyorsun bu resmin önünde?” sorusunu, kendimize sormamızı öğretiyor. Sorunun yanıtını her baktığım resimde bulmaya çalıştım. Evlere astığımız tablolardan başladım. Ne bulduğumu sordum, o resmin bir ruhu vardı her şeyden önce. O yüzden duvarıma asmıştım. Böylece baktığım, kavramak istediğim her resmin önünde onların sesini de dinlemiş oldum.
Bir resim kendi içinde son sözünü söylemiş demektir. Ona bakan, gören ve onu dinleyen en yetkin göz ancak bu son sözü duyabilir, algılayabilir, sezebilir… Bunların hiçbirini sözcüklere aktaramaz. Bir resme baktığımda resmedileni (modeli) görenlerdenim. Resmi ya da ressamı değil. Fakat bu eseri okuduktan sonra o bakar körlerden olmadım. Resim önünde  konuşabilir, bizden önce konuşanlarında seslerine kulak verebiliriz.
 Çarşıdan bir karpuz alıp, bir ressama götürüp bunun resmini yapmasını isteyeceksin. O yalnızca bir resim olacak. Çarşıdan, tarladan, kırlardan değil ressamın atölyesinden geliyor. Onu hiçbir zaman yemeyeceksin, o hiç çürüyüp kokuşmayacak. Bir resim, resim olarak algılanır. O resim üzerinde yazmaya geldiğinde; öyküler, sanatçının yaşamı, dünya görüşü, gelenek içindeki yeri etkiler.
“Resim görünmeyeni görünür kılar” Klee
 Her sanatın kendine özgü dili vardır. Resmin dili de görünür kılmaktır.


30 Nisan 2020 Perşembe

UYKULARIN DOĞUSU



Yazar Adı: Hasan Ali Toptaş
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 259

   Toptaş, bu kitabında da cümleleriyle içinizde bir yerlere dokunuyor. Yazımı, alıntılarla bırakıyorum...


“Kimi zaman dizginlenemeyen bir hırsın, kimi zaman zararlı olacak kadar derinleşen uçsuz bucaksız bir sevginin, kimi zaman bir şefkatin, kimi zaman da akla hayale sığmayan korkunç bir korkunun güdümündeymiş gibi gözüken, her biri birbirinden değişik hamlelermiş bunlar. “ s.139
“Bir hikaye sonsuzmuş gibi göründüğünde, kendine ulaşmış demektir çünkü. Bu da, az şey değildir hikaye açısından. Bilirsin, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, kendine ulaşamayan bir hikaye başka notalara da ulaşamaz.” S. 149
“Odanın içinde büyüyen sessizliğin nedenini onların uzaklığında ararcasına, alnını kırıştırıp çenesini titreterek bakıyormuş. Dedem de acayip bir yalnızlık duygusuna kapılıyormuş o böyle bakınca.” S. 152
“Sıcak bir hızla genişleyen gülümsemelerin bile aslında o an için anlaşılamayan başka türlü bir kötülük olduğunu düşünmeye başladım hatta. Bu yüzden pek dışarı çıkamadım artık, odama kapanarak kendimi tamamen kitaplara verdim. Çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen ürkek bir fare gibi, azıcık huzur bulayım diye gidip onların arasına sığındım bir bakıma. Sığınınca da tabi, dünyayı ve insanları unutabilmek için aylarca bir kitaptan ötekine soluk soluğa koşturup durdum.” s.170
“… ben de oturduğum yerden uzaklara çekilmiş, efkarlı bir ruhla sessizce bakıyordum bu insanlara.” s. 88
“Bilirsin, insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip un ufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemalini alır da kimseyi iplemeden, ulu orta konuşmaya başlar.” s. 29
“İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim varmış… Bu eğilim…. Günü saati gelince ne yapar eder, bir şekilde nüksedermiş….” s.192
“… insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından korkuyorum. ….bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.” s.230
“Tıpkı insanlar, kuşlar, böcekler ve zamanlar gibi alışkanlıklarında yolculuk ettiğini belirttikten sonra, bir insan acaba ben hangi alışkanlıklar köprü oluyorum, geçmişten alıp geleceğe doğru neleri götürüyorum ya da huyumda tüyümde ne tür pisliklerle ne tür parıltıları barındırıyorum diye arada bir durup kendisine bakmalı,…İşte böyle dönüp taşıdığımız yüklere alıcı gözüyle bakınca, bunların içinden insanlığa hayra dokunmayacak olanları hemen oracıkta bırakmalıyız.” s.237 
Boş yere hamallığını yapmamalıyız…. Gövde dediğimiz şu gövde aynı zamanda mekandır… aynı zamanda uğultulu bir tesadüftür… aynı zamanda başkadır… başkalarıdır…
“… bir kızı öpünce sadece tenini değil aynı zamanda onun gövdesindeki zamanları ve bu zamanların içinde biriken görüntülerle sesleri de öpmem  ve hissetmem gerektiğini söyler,…” s. 239
“İnsan bazı şeyleri kimseye söylememeli… sonsuza dek hep örtülü kalacaktır…” s.250



BİN HÜZÜNLÜ AŞK



Yazar Adı: Hasan Ali Toptaş
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: İletişim Yayınları
Sayfa Sayısı: 215

  Hasan Ali Toptaş’ın 1997 yılında yazdığı,Cevdet Kudret edebiyat ödülü aldığı romanıdır. Post modern bir roman.
  Bin Hüzünlü Aşk, dil ve üslubu, kurgusu, okuyucu-roman ilişkisi açısından ezber bozan bir romandır. Post modern unsurları kullanım şekli, tematik alt yapısı, kurgusundaki helezonik akışı, dilindeki şiirsel ritm ile kendi dönemi içersinde özgün ve özel bir alan yaratıyor kendisine. 


  Yıldız Ecevit’in arka kapak yazısında dediği gibi “…gecikmiş Türk romantizminin başyapıtı” ifadesi yerinde bir tanımlama olur.
  “Hayat nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum..” Haraptarlı Nafi’ye ait bir epigraftla kitap başlıyor. Haraptarlı Nafi bir hayal kahramanı. Yazar, kendi yarattığı kahramana söylettiği bu cümle ile daha romanın başından, mutlak bir anlam aramamak gerektiğini, anlamın değişebilir ve en önemlisi de kavranmak yerine hissedilebilir olduğu konusunda bize bir tür manifesto veriyor.
   Kitap, 9 bölümden oluşur. Vurucu ve seri cümlelerle meraklı, bir okumaya başlıyorsunuz. Alaaddin, yazar-anlatıcı dışındaki ana karakter. Ancak somut bir varlık olarak değil. Alaaddin o mutlak anlam ile kavranamayacak ancak her bireyin özel ve özgün algısı ile hissedebileceği, kalbinde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığı, dile getirilmesi imkansız şeye benzemektedir.
  Eser, iki katmanlı bilinmezlik üzerine kurulmuş. İlki, insanın varoluş serüveni, diğeri romanın kurgusu üzerinedir. Toptaş’ın da deyimiyle “gerçek roman kahramanı, her zaman metnin kendisidir.”
   Roman içinde pek çok tanıdık ve yabancı isim geçmektedir. Motel ROM, neden rom denildiği bazı kaynaklarda CD-ROM a gönderme yaparak bir nevi “bellek, zihin, beyin, bilinç dışı” imgesi olduğu söylenir. Bir başka bakış açısı da ileriki bölümlerde karşımıza çıkacak olan “orman”  mekanı ile ilgili. İki ismi birleştirerek ROM orman isminden “roman” kelimesini çağrıştırdığı. Bana ikisi de anlaşılır geldi. Toptaş zaten bize bir romanı değil “romanın romanını” daha doğru ifadeyle “kurgunun romanını” vermektedir.
   Kırmızı Başlıklı Kız, Don Kişot, Hansel ve Gratel gibi masal kahramanlarının, Gregor Samsa, İstanbul’un fethi ile anlatıların çıkması, esere hakim olan bilinmezlik, anlamsızlık, bir dibe veya zirveye varamazlık, imgeler, metaforlar, çoğulculuk, tam metnin içine girerken yazarın önümüze koyduğu engeller, bizi bütünüyle bilinç dışı seyre dönüştürüyor.
   Gösteri dergisinde Aziz Çağlar'ın, Toptaş İçin yazdığı yazının başlığında  “İnsanın Issızlığının romancısı” ifadesi yazarı bize çok güzel ifade eder.
“…genç kızların memelerine bakıp bakıp yutkunan çökük avurtlu ustabaşılarla yönetilen kocaman fabrikaların….” s.14
“Bir bakıma iyilik dediğimiz şey kötülüğe yaklaşma konusunda şiddetle burun kıvırırken, kötülük daha cesur davranıp (belki de korkup) ona yaklaşılmayı göze alabiliyor..” s.16
“bu ilişki bahçıvanı eğiten vahşi bir bahçe gibi kendiliğinden gelişmeli, diyordum kendi kendime.” s.27
“hayallerini elektrikli süpürgelerin gürültülerinde öğütüp öğütüp toz torbalarıyla birlikte her gün çöpe boşaltan donuk bakışlı kadınların…” s.75
“Benimkisi hiçbir zaman hiçbir şeyle açıklanamayacak kadar derin, hiç kimsenin anlayamayacağı ölçüde karmaşık ve acayip bir yorgunluktu.” s.211