3 Ağustos 2019 Cumartesi

SON KUŞLAR



Yazar Adı: Sait Faik Abasıyanık
Basım Yılı: 2011
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 134

   Sait Faik, durum(kesit) hikayesi yazarıdır. Yani olay hikayeciliğindeki (plan; serim, düğüm ve çözüm) bölümlerine önem vermeyen, olayın herhangi bir yerinden başlayan ve sonuca bağlamayan hikayeler vardır. Başka bir ifadeyle; anlatıcı ile hikaye kişisi, dolayısıyla rüya ile gerçek çoğu zaman birbirine girmiştir. Öyküyü artık bir olay değil, zihinsel bir sıçrama ya da bugünün tabiriyle bilinç akışına benzer ögeler yönetmeye başlamıştır. Kimi zaman duygular, kimi zaman da bir durumun veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki etrafında kurulması nedeniyle öykülerdeki dağınıklık belli bir noktaya odaklanan bazı temaları tekrar ettiği; anlatıcının ve hikaye kahramanlarının kendisi bizzat yazara dönüştüğü için biz bu savrukluğu son dönem öykülerinde fark edemiyoruz gibi geliyor. Yavuz Türk’ün "Kafka Okur" dergisinden alıntıyla başladım.


   Son kuşlar öykü kitabı, 20 öyküden oluşuyor. Kitabın sonunda da Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sait hakkındaki yazısı yer alıyor. Beni etkileyen bazı öykülerini özetlemek istiyorum:
   Son Kuşlar hikayesinde, yazar doğanın gittikçe yok olmasından yakınıyor. Gelecek nesillerin ne bu son kuşları ne de doğanın güzelliğini göremeyeceklerini okuyucuya kavratmak istiyor.
   Bulunamayan hikayesinde, Arşimet kanununu bir adama  kanıtlamaya çalışır ve sonunda adam pes eder.
   Yaşayan;  yazar evinden, sahildeki balık tutan adamları gözlemliyor. Onların balık tuttukları andaki sevinçlerini, yüz ifadelerini, iş yaparken ki hallerini betimliyor. Balıkları pay ederken yapılan aç gözlülüklerin den bahsediyor.
   Türk Ülkesi; hikayesindeki rüzgarı tasvirinden bir alıntı:
“Ara sıra çamdan, fundadan, defne ve zeytinden, denizden ve karanlıktan, köşk bahçelerinin havuzundan çıkma, yerli, otlak bir lüfer balığının dibinde gezinişiyle fiske fiske denizden fırlama, öldürürcesine serin, gebertircesine kokulu, kim olursa olsun, ne olursa olsun bir mahluk dudaklarına muhtaç bir insanın ruh halini kamçılayan bir rüzgar…” s.89
   Dondurmacının çırağı; hikayesinde yazar insanların sürekli birbirlerinin kusurlarını aradığını, birbirleriyle küstüklerinde bile üzüntü duymadıklarını hatta mutlu olduklarını söylüyor. Küçükken dondurmacının çırağıyla yaşadığı dostluğu anlatıyor.


27 Temmuz 2019 Cumartesi

ŞAHMERDAN



Yazar Adı: Sait Faik Abasıyanık
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 141

   Sait Faik, Adapazarı'nda 1906 yılında doğdu. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın verdiği rahatlıkla büyüdü. Okulu pek sevmedi. Okumak için İsviçre’ye gönderildi. Bu yolculuğunu da gezmek ve eğlenmek adına yaptığını itiraf etti. Bu dönemlerde dolu dolu yaşadığı hayatının, sanatçı kimliği üzerinde olumlu etkileri olmuştur. İlk kitabını 1936’da yayımladı. 1953 yılında ABD Mark Twain Derneği, modern edebiyata yaptığı hizmetlerden dolayı Sait Faik'e onur ödülü vermiştir. Hiç bir kural tanımadan dilediği biçimde yazıyordu. Türk Edebiyatında bir dönüm noktası sayılır.


   Klasik öykü tekniğini yıkarak, doğayı, insanları basit, samimi; hem iyi hem kötü yanlarıyla, oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Diğer Cumhuriyet sonrası yazarları gibi Batıdaki gelişmelere bağlı kalmadı. Toplumun problemlerine değil, bireyin toplum içindeki sorunlarına yöneldi. “Bireyci” olarak bilinir. İnsanların yaşama biçimlerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek yazdı.
   Kendine özgü dilini oluştururken Andre Gide, Comte De Lautreamont, Jean Genet gibi isimlerden etkilenmiştir. Kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü gibi pek çok yazara da öncülük etmiştir.
   Şahmerdan, 1940 yılında yayınlandı. 19 hikayeden oluşur. Bu kitapta yer alan Çelme” isimli hikayesiyle halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askeri mahkemeye verildi.
   Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biridir. Hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştır. Hikayelerinde ve oluşturduğu karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin sebebi yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir.
   Hikayelerinde zenginlere kızar, emekçileri yüceltir.
  Şahmerdan kitabındaki öykülerinde, sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer. Olaylar kentte, Burgaz adasında, köyde, kasabada, vapurda, trende geçer. Zaten öykülerinde durum anlatır. Olay yoktur. Konusuz, anlık izlenimlere dayanan öyküler anlatıyor.
“Kıştan yaza insan başka türlü çıkardı. Çoğu şişmanlamış, rengi ağarmış ve harikulade bir surette büyümüş olarak…Bana öyle gelirdi ki, çocuklar yalnız kışın büyürler.” s.26
“İnsan başkalarının aç, perişan olduğu günlerde nasıl mesut olur, dememeli. Öyle bir olur ki.” s.12
“Hani bazen kuvvetli gibi gözüken şeyler vardır. Demirden gibi gözükürler. Fakat elin en küçük bir temasıyla çat kırılıverirler, paramparça olurlar. Öyle bir haldeydi.”s.111
“Fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman, hamal olalım, ıskatçı olalım; fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman bunun ancak bir teselliden ibaret olduğunu ve fukaralığın bal gibi hem ayıp, hem günah, hem enayilik olduğunu biliriz.” s.56
“Fakat dünyada birtakım eşya, insanlar ve bunların arasında birtakım münasebetler vardı; Kelimeler…” s.79
“Gönül meselesiyle boğaz meselesi mühim şeylerdir.” s.35

22 Temmuz 2019 Pazartesi

VELİNİN OĞLU ORHAN 2




   Savaş günleri Orhan'ın yaşamında derin izler ve hatıralar bıraktı. “Bizim Gibi” şiirini savaş aygıtlarından insani duyarlılık bekleyen birinin gözüyle yazdı.
   Küllük Kahvesi, İstanbul aydınlarının uğrak yeriydi. Buraya takılanlar komünistti. Abidin Dino( geleceğin önemli ressamı), Sait Faik gibi isimler bir araya gelerek çıkaracakları mecmuayı konuşup tartışıyorlardı. Küllük Kahvesinin bitişiğinde Emin Efendi Lokantası vardı. Burada Mehmet Emin Yurdakul, Nihal Atsız, Yusuf Ziya Ortaç, Yahya Kemal gibi şöhretli kalemler otururdu.
   Cavit Yamaç’la bir sohbetlerinde şiir kitaplarının adının “Garip” olmasını tavsiye etti. Şiir felsefesini en derli anlatan “Garip” yazısını çıkardı. Garip, üçlünün şiir anlayışlarını açıklayacak, ortak çıkışlarının bildirisi olacaktı. Bu üçlüye “Garipçiler” adı takılmıştı. Kendilerini küçümsemek için bopstillerde deniyordu. Oktay Akbal, ilk olumlu yazıyı “Modern şiirimizin triosu” olarak niteledi. Nazım Hikmet, onları şekilcilik ve yobazlıkla itham ediyordu. Edebiyat kamuoyunda tartışmalar sürerken Orhan askere gitti, Mayıs 1941’de.
    2. Dünya Savaşı devam ediyordu. Akdeniz savaşın sınırlarına girmişti. Orhan’ı üniformanın getirdiği hayat epey zorlamıştı.”Askerde tek tesellisi şarap içmekti.” s.128
   1944’de terhis oldu ve Tercüme Bürosunda işe başladı. Başkan Nurullah Ataç ve yardımcısı da Sabahattin Eyüboğlu’ydu. Hasan Ali Yücel’de bazen toplantılara katılıyor, çevirilerle yakından ilgileniyordu. Nazım Hikmet'te bir formül bulunarak dahil edildi. Senede 100 klasik çeviriyorlardı. Bunları Köy Enstitülerine gönderiyorlardı. Tercüme Bürosu ülkeyi aydınlık yarınlara ulaştırma hedefindeydi. Ne var ki Nihal Atsız büroyu hedef gösteriyordu, listenin en başında da Sabahattin Ali’yi sayıyordu. Hakaret davası, siyasi bir görünüm kazanarak Irkçılık-Turancılık davası adını alacaktı. İnönü, 1944’te yaptığı konuşmasında Turancılık düşüncesinin ülkenin başına belalar açacağını söyledi.
   Sabahattin Eyüboğlu Orhan'a, şiirlerine türkü katmasını tavsiye etti. “İstanbul Türküsü” şiirini yazdı. “Bunlar gerçek Orhan Veli'nin değil, kendini unutmuş, yıktığı geleneğe boyun eğmiş, yenilmiş Orhan Veli'nin şiirleri.” s.137 Bu şiir babasıyla arasını da bozdu.
   Orhan Köy Enstitülerine gitti, büyük bir coşkuyla karşılandı. “Yol Türküleri” şiirinde bunu dile getirdi.
   Bella İstanbul’dan Ankara’ya ablasının yanına taşındı. Erol Güney’le ve ablasıyla aynı evde yaşamaya başladı. 16 yaşındaydı, yahudiydi. Orhan aşık olmuştu. “Sere serpe” şiirini ona yazmıştı. Aralarında; hep net olmayan, sınırda kalan, çekingen cümleler… vardı.
   2. Dünya savaşının demokrasi cephesinin kazanması sonucu Türkiye üzerindeki etkisi; Çok Partili hayata geçilmesi oldu. Ülke için bir kırılma noktasıydı. 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Köy Enstitüleri ve Tercüme faaliyetlerinden rahatsızlık duyuldu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel istifa etti. Köy  Enstitülerinin mimarlarından İsmail Hakkı Tonguç’ta görevden alındı. Çok geçmeden kıyım başladı. Sürgünler, tasfiyeler, baskılar…
  Orhan'ın çalıştığı büronun da kapısı çalındı. Bundan sonra yapılacak çeviriler “vatan sevgisini artıracak mahiyette” olacaktı. Orhan istifa etti, parasızdı. İstanbul'a ailesinin yanına döndü. Mehmet Ali Aybar’la Haftalık siyasi gazete çıkaracaktı. İlk defa edebiyatın dışında kalem oynatıp, siyasi düşüncelerini özgürce yazdı. Bu avare şairin memleket meseleleri konusunda da bir takım dertleri, düşünceleri, fikirleri olduğuna herkes tanıklık ediyordu. İlk yazısı “Okuma yazma düşmanı bir Milli Eğitim Bakanı” idi. 1947 de çıkardıkları gazete de kapatıldı. Mehmet Ali Aybar’la beraber İzmir'e gidip “Zincirli Hürriyet” adında gazete çıkardılar.
   O günlerde Truman Doktrini olarak anılacak olan tarihi bir olay cereyan etti. 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Truman Türkiye ve Yunanistan'a maddi yardımlar yapacaktı. Yeter ki Sovyet Rusya'nın güdümündeki solculara göz açtırılmasın! Gazetelerini İzmir’de de çıkaramadılar. Şairlik ve yazarlık bir iş, bir meslek değildi.  
   Melih “Tohum” adlı uzun bir şiir yayınladı. Meydan gazetesinde tesadüfen görmüştü. Ölçülü ve kafiyeliydi. Bu şiir, Melih’le ayrılık tohumları oldu. Garipten ayrılıyor muydu! Tohum şiirlerinde bir dönüm noktası oldu. Fakat dostluklarında bir kırılmaya izin vermediler.
   1948 yıllarının sonlarında birçok solcu hapse atılmıştı. Orhan, parasızlıktan tek sayfalık “Yaprak” gazetesini çıkararak hayata tutunmaya çalıştı. Yaprak, bir fikir ve sanat gazetesiydi. Philippe Soupault, Türkiye’ye gelir ve yaprağı ziyaret eder. Nazım ve sürrealizm üzerine  çok şey konuşurlar.
   14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti büyük bir zafer kazandı.
   Kasım 1950’de Orhan öldü. Alkol zehirlenmesi denildi.
Güzel bir biyografi idi. Yazarlar buluşması gibiydi. Mutlaka okuyun.


VELİ’NİN OĞLU ORHAN Kurmaca Biyografi



Yazar Adı: Adem Kocamaz
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: Dorlion
Sayfa Sayısı: 312

   Adem Kocamaz, 1984 doğumlu Muğla Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş genç yazarımız. Kitabı güzel bir çalışma olmuş. Ankara ayazında 3 çocuk diyerek kitabına giriş yapmış.
Orhan Veli'nin yazdığı öz geçmiş;
  “1914’de doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım.7’sinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rıfat'ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim, 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim. “


 Ansiklopedilerde şiirden kafiyeyi atan şair. Nahit Hanım'a göre; öfkesini bile içine atan,”Şimdi gelirim” diye kaybolan, günler sonra çıkagelen hüzünlü aşık… Kimine göre tak parti döneminin şairi, kimine göre küçük burjuva. Postaneden ve Tercüme bürosundan istifalarla son bulan memuriyet yaşamı… Gazetesi Yaprak için paltosunu dahi satmaya mecbur kalan bohem şair. 36 yaşında felaketle sonlanan bir ömür. Türk şiirinde bir devrimin adı: Ahmet Orhan Veli
   Veli'nin oğlu Orhan, babasının işi dolayısıyla İstanbul Galatasaray lisesinden ayrılıp Ankara Taş Mektep lisesine yazıldı. Oktay(Rıfat) ve Melih(Cevdet) de aynı yıllarda okuldaydılar. Oktay zengin bir aileden geliyordu: Nazım Hikmet ve Mehmet Ali Aybar, Oktay'ın kuzenleriydi. Taş Mektep Lisesinde edebiyat öğretmenleri Ahmet Hamdi Tanpınar onların şiir sevgisini daha da alevlendirdi. 1933’te Gazi Hazretleri okula gelip onları imtihan etti. Cumhuriyetin ve Türkçenin en büyük ozanları böyle tanışıp, muhteşem bir üçlü olmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yüzleri gibiydi yüzleri.
   İstanbul Üniversitesi o yıllarda dünyaca ünlü bilim insanlarıyla dolup taşıyordu. Filozof Hans Reihenbach, Almanya’da Naziler iktidara gelince Türkiye’ye sığınmış, Albert Einstein’in arkadaşı aynı zamanda. Daha sonra Orhan Felsefe eğitimini yarım bırakıp, Ankara’ya dönmeye karar verdi. Postanede memur oldu. Aklında hep şiir vardı, şiirde bir akış hamlesi düşlüyordu. Alışılagelmiş şiirlerin dışında şiirler yazacaklardı. Sürrealistler gibi!
   Varlık dergisinde şiirleri yayınlandı. Önemli bir dergiydi. Bu arada dönemin 7. Başbakanı Recep Peker'di, tesadüf meyhanede karşılaşmışlardı.
   O sıralarda Melih, bursluluk sınavını kazanıp, Belçika’da sosyoloji öğrenimine gitti.
   Orhan’a göre eski şiirler içi boş, mekanik şiirlerdi. Birtakım formüllerle meydan getirilmiş, kimi zaman salya sümük bir duygulanma kimi zaman da duygusuz… sıkıcı şeylerdi. Kafiyesi ve vezni olmayan şiirler yazdılar. Vezinsiz kafiyesiz, ölçüsüz, kısa şiirler. Konuşma diliyle yazıldığı için kolay yazılmış izlenimi bırakıyordu. Ayrıntılarda saklı, basit güzelliklere karşı bir farkındalık söz konusuydu bu şiirlerde. Okuyucuya adeta yaşama sevinci aşılıyordu. Arzuladıkları şiire ulaşmışlardı. Nurullah Ataç, Sabahattin Ali onlardan ve şiirden bahsediyorlardı. Bunların konuşuluyor olması onları sevindiriyordu.
  “Rüyalarda olduğu gibi aklı denetimden sıyrılarak ahlaki ve estetik kaygı gütmeden, içlerinden geldiği gibi düşüncenin açığa çıkmasını arzuladıkları sanatsal bir ifade modeli geliştirmişlerdi. Andre Breton ve Philippe Soupault. Bunu Sürrealizm olarak adlandırarak, 1924 yılında Sürrealist Manifestoyu açıkladılar. Manifestolarında, düşüncelerinden etkilendikleri Freud’a şükranlarını sunuyorlardı.” s. 47
   Ruhsal Otomatizm (otomatik yazı) tekniği: Bilinç dışının söylemek istediklerini açığa çıkararak yazmalarını sağlayacaktı. Bu anlayışla verilen ilk eser Soupault ile Breton’un “Manyetik Çayırlar” adlı eseriydi.
   Bu arada Melih maddi sıkıntılar yüzünden yurda döndü. Bu sefer de Oktay Paris’e doktora yapmak için gitti. Orhan’da memuriyetten istifa etmişti. Ulus gazetesinde bildiri mahiyetinde anket yaptılar. Bugünkü Türk edebiyatını posalaşmış bir edebiyat olarak gördüklerini söylediler ve bütün şimşekleri üzerilerine çektiler.
   1938 başlarıydı, Melih ve Orhan aynı mahalle kızını sevdiler. Şiirler yazdılar.
   Nurullah Ataç kendileri hakkında; “Onlarda sembolistler gibi sözü istiareye boğup vuzuhtan kaçmak arzusu yok.” s.67
   O yıllarda Avrupa’da savaş çanları çalıyordu. Hatay meselesi ülkenin gündemindeydi. Nazım Hikmet bir komplonun pençesine düşmüş 28 yıl hapse mahkum edilmişti. Atatürk ölmüş, İsmet İnönü yeni Cumhurbaşkanı olmuştu. Celal Bayar başbakanlığa, Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığına getirildi.
   Bugüne kadar şiir, burjuvanın malıydı, evvelinde ise dinin ve feodal sınıfların sonuç olarak müreffeh sınıfların zevkine hitap ediyordu. Her şeyi kökten değiştirmeliydi…
   Orhan Ankara'daki rutinden sıkılınca İstanbul'a giderdi. Vapurda hocası Halit Vedat Bey’in karısı Nahit Hanım’la karşılaşır ve tutkulu yasak aşk filizlerini verir. (10 yıl önce de Sabahattin Ali ona tutulmuş ve şiirler yazmıştı.)
   En sert tepkiler alan şiiri “Süleyman Efendi” şiiri olmuştu.
   1 Eylül 1939 günü Almanların Lehistan(Polonya) topraklarına girmişlerdi. Orhan 1. Dünya Savaşında doğmuş, 2.Dünya Savaşına tanıklık ediyordu. Paris’teki dostları Cahid ve Oktay savaşın göbeğinde kalmışlardı. İnsanlar, köprüler, meydanlar, sanat eserleri acımasızca yok ediliyordu. Bu gelen faşizmdi. Savaş günlerinde Ankaralılar yeni yapılan çubuk barajına eğlenmeye gidiyorlardı. Güzel manzarası ve çok güzel konsomatris kadınları vardı.  “Şekspir, Molyer, Göte’yi saatlerce konuşabileceğiniz, edebiyat bilen ecnebi kadınlar!” s.95


14 Temmuz 2019 Pazar

KÜRK MANTOLU MADONNA



Yazar Adı: Sabahattin Ali
Basım Yılı: 2010
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı: 160

 Edebiyatımızın en özgün kalemlerinden Sabahattin Ali, talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri, tamamen aydınlatılmamış trajik ölümü, kimi zaman toplumcu, kimi zaman şikayetçi, karamsar ve melankolik bir ruh patlamaları ile kendini gösteren iç derinliğiyle, modern edebiyatımızın öncü yazarlarından biridir.


   Kürk Mantolu Madonna romanını askerde kolu çatlakken yazmış, gazetede “Büyük Hikaye “ olarak yayınlanmış, 1943 yılında da Remzi Kitabevi tarafından kitap olarak basılmıştır. Sabahattin Ali bu romanın ana fikrini “ insan denilen mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz.” sözleriyle açıklamıştır. Romanla ilgili ilk eleştiriyi Nazım Hikmet yapmış. Roman 7 dilde basılmış halen binlerce satış yapan ve öğretmenlerin en sık tavsiye ettiği kitaplar arasındadır. Yazarın Andrea Del Sarto imzalı “Madonna dele Arpie”  tablosundan ilham alarak yazdığı bilinir. Bir tablodan başlayarak aşkı anlatan muhteşem bir romandır.
   Roman, 2. Dünya savaşının öncesinde yaşanmış tutkulu ve hastalıklı bir aşkı eksen alarak, 19. Yüzyıl Rus edebiyatının özellikle de Dostoyevski ve Gogol’un çağrışımlarını taşımaktadır. Kitapta, yazarın Berlin’de geçirdiği öğrencilik yılları, (1928-30) ilk çeyreğinde ise yeni bir işe giren küçük bir memurun; kendini ve memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı bir başka küçük memur Raif efendiyi tanıttığı bölüm yer almaktadır. Türk romanının özgün bir karakteri olan Raif efendiyi okura böyle tanıtıyor:
“Onun sarsılmaz sükunetini, insanlar ile münasebetlerindeki garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün üzüntülerimiz, düş kırıklıklarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür? “
   Romanın esas gövdesi ikinci bölüm. Hummalı hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raif efendinin siyah kaplı bir deftere içini döktüğü tutkulu aşk hikayesi. 20 Haziran 1933 tarihini atarak başladığı bu defterde, 10 yıl öncesine dönerek, Berlin’de bir resim galerisinde rastladığı kürk mantolu kadın portresinin ruhunda ateşlediği tutkuyu ve o portrenin ressamı ve modeli olan Maria Puder le yaşadıklarını hikaye eder.
  ”Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.” s.15
   “On beş yaşlarındaki genç kız ve yanındaki delikanlılar, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum. Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. Boş bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları hor görüp küçümseyerek ve onur kırıp aşağılayarak, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı.” s.28
  ”Etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum. Fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.” s.33
  ”Bu portrede ne vardı? O zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Soluk yüz, siyah kaşlar, altında siyah gözler, koyu kumral saçlar asıl okuduğum kitaplardan, kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Halit Ziya'nın Nihal’inden, Şövalye Büridan’ın sevgilisinden, Kleopatra’dan, Hz Muhammed’in annesi Amine Hatundan birer parça vardı. Hayalimdeki bütün kadınların bir karışımıydı. Bakışındaki hüzün biraz da “sakınma” ile karışıktı.” s.55
  ”İnsanlar birbirlerinden hiç bir şey anlamayan insanlar, beni buradan da kaçırıyorlardı.” s.61
  ”Tabiatı ve onun mantığını her şeyin üstünde tutarım. Bırakalım arkadaşlığımızda tabi yolunda yürüsün. Biz ona suni istikametler vermeye, peşin kararlarla onu bağlamaya çalışmayalım!”
  ”Dün akşam bana:” Seninle şöyle bir oturup konuşamadık!” demişti. Ben artık böyle düşünmüyordum Dün akşam onunla uzun uzun konuşmuştum. O bu dünyadan ayrılırken, benim hayatıma başka bir insana nasip olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu. Bundan sonra onu daima yanımda bulacaktım. İçimde onu kaybetmiş gibi değil asıl şimdi bulmuş gibi bir his vardı.” s.160


13 Temmuz 2019 Cumartesi

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN



Yazar Adı: Sabahattin Ali
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Sayfa Sayısı: 255

   Sabahattin Ali’nin ideolojik kimliği, siyasal duruşu en çok bu romanındaki metinlerinde hissedilir. Irkçı cephelerin kirli çamaşırlarını metnin dokusuna yedirmiş olsa da her kesime ve kahramana kendisini savunma hakkını vermeyi de ihmal etmemiştir. Milliyetçi, Türkçü, Turancı kesimlerde büyük tepkiler toplamış netice olarak Nihal Atsız hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazı nedeni ile açılan dava sonrasında oldukça sıkıntılı ve baskılı günler yaşamıştır. Bu yaklaşımı yazarın diğer eserlerinin de irdelenmesine yol açmış. Kitapları uzun süre Marksist düşünceler içerdiği, halkı devlete kışkırtmak amaçlı yazıldığı gerekçesiyle; okunması, basılması yasaklı eserler arasında gösterilmiştir.


   Balıkesir’den başlayıp İstanbul’da son bulan bir serüven romanı olan İçimizdeki Şeytan 28 bölümden oluşmaktadır. Bu serüvende 3 temel şahıs vardır: Macide, Ömer ve Bedri. Cumhuriyet kavramının henüz sindirilmemişliği, hayata getirdiği yeniliklere uyum sağlayamayan halkın çabaları, toplumda meydana gelen aydın ve geri kalmış Anadolu ayrımı, romandaki bu 3 karakter üzerinden verilmeye çalışılmıştır. Yazar aydın kesim olarak nitelendirilen sınıfın temsilcisini Ömer karakteri üzerinden vermiş. Macide, Anadolu'nun bağrından gelmiş, Ömer’le bir aşk döngüsü yaşayan bir       karakterdir. Burada geleneksellikle modernliği mukayese eder.
   Yazarın, Aydınlanma çağının öne çıkardığı rasyonel akla karşı bir tepki olarak doğmuş bu akımın içimizde ipe sapa gelmez bir “şeytan” bulmuş olması çok yadırganan bir durum olmamış. Bu şeytanı dönemsel bir politik düzlemde, eleştirel bir bakış açısı oluşturmak için kullanması oldukça dahice olmuş. Yaşamı boyunca saldırıya uğraması ve alçakça öldürülmesi, tarihsel bir acı olarak belleğimize yer etmiştir.
   Ömer, hem postanede çalışır hem de üniversite de felsefe okuyan bir gençtir. Bir yaz günü vapurda Macide’yi görür ve aşık olur. Macide, konservatuvar eğitimi için Emine Hanım tarafından İstanbul'a getirilmiş genç bir kızdır. Zamanla Emine Hanımların evde işler iyi gitmez, Macide evden ayrılır. Ömer’le karı koca hayatı yaşamaya başlar. Ömer sürekli olarak insanı farklı şeyler yapmaya kışkırtan bir “iç şeytan”ın varlığından söz etmektedir. Romanda kahramanlar birer “söylem taşıyıcısı” olarak yer alır. Ömer’in sürekli iç ve dış diyaloglarıyla; içindeki şeytanın esiri olduğunu ve kararsızlıklar içinde dolaştığını okuruz. Başkalarından geçinmekte ve hızlı yaşamaktadır. Arkadaşı Nihat’la girdiği gizli işler sonucu hapse düşer. Macide ortaokul yıllarında gönül ilişkisi yaşadığı, Bedri ile yeniden bir araya gelir. Beraber evlenip düzenli bir hayata başlarlar.
   İçimizdeki Şeytan, aşk romanı gibi aynı zamanda da politik bir roman gibidir. Romanın dili sade, temiz ve akıcıdır. Uzun bir süreden beri bir kitap okuduktan sonra sarsıldığımı hissetmemiştim. Gerçekten de sarsıcıydı. Kahramanların kişilikleri ve aşkları çok iyi tahlil edilmiş. Okuyun mutlaka.
“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” s.188
İNSAN KOKAN SOKAKLAR
“Kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum. Bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret falan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile. Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün beynimden geçenleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bir hal aldığımı tasvir edemezsiniz.”
“Ne kimse beni teselli etmeli ne de ben kimseyi… Riyakarlık teselli de son haddini bulur. Bu anda çehrelerin aldığı yalancı teessür ifadesi; o biraz yukarı kalkıp birbirine yaklaşan kaşlar, o hafif hafif ve anlayışlı bir tavırla sallanan baş ve o derinden çıkarılmaya çalışılan matemli ses insanı deli eder.” s.66


5 Temmuz 2019 Cuma

KUYUCAKLI YUSUF



Yazar Adı: Sabahattin Ali
Basım Yılı: 2007
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı:220

   Sabahattin Ali, (1907-1948) öğretmen, gazeteci, şair, yazar. Babasının mesleğinden dolayı sürekli taşındıkları için Anadolunun çeşitli yerlerinde eğitimini tamamlamıştır. Edremit'te yaşadıkları süre boyunca Yunan işgalinden dolayı maddi-manevi zor zamanlar geçirmişlerdir. Bu süre boyunca da yazmış ve sürekli okumuştur. Gazete ve dergilere şiirlerini göndermiştir. Leylim ley, hapishane şarkısı, geçmiyor günler, mapushane türküsü aklıma gelen şiirleridir ve bestelenmiş, şarkı yapılmıştır. 1926’da İstanbul'daki öğretmenlerinden biri Ali Canip Yöntem( şair, yazar, edebiyat tarihçisi, siyasetçi) dir.


   Anadolu’da çalıştığı dönemlerde insanları gözlemleme fırsatı buldu ve bu gözlemlerini eserlerinde kullandı. Konya’da öğretmenlik yaptığı dönemlerde Türk devlet adamlarını hiciv ettiği iddiasıyla tutuklandı. Af vesilesiyle tahliye oldu. İleriki dönemlerde de yazdığı yazıları engellenen Sabahattin Ali; Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile siyasi mizah dergileri çıkarmaya başladı. Yine yazdığı yazılardan dolayı 3 ay hapis yattı. Tek partili dönemde yazıları yayımlanmayan yazar ülkeden gitmek istedi. Kaçak olarak Bulgaristan'a giderken, kaçakçı tarafından öldürüldü. Ölümü hakkında hala cevaplanamayan sorular vardır.
   Kuyucaklı Yusuf, 1937’de yayınlanan Türk edebiyatının önemli kitaplarından biridir. Türk romanının ana konusu Batılılaşma problemi iken bu romanla ezilen insanlar ve toplumsal yapının aksayan yönleri ilk defa dile getirilir. Ve içerden bir gözle anlatılır. Kuyucaklı Yusuf, Rousseau’nun isyan ve doğaya dönüş felsefesinden kaynaklanan “başkaldırı” temasını işleyen ilk romandır. Diğer yandan Anadolu'daki toplumsal düzene yönelik getirdiği eleştirilerle de öncü sayılır. 1950’lerde yaygınlaşmaya başlayan “köy” edebiyatına yönelişte de zincirin ilk halkası olarak kabul edilir. Devamında Yaşar Kemal ve Kemal Tahir gelecektir.
   Kitapta 1903 senesinde Aydın'ın Kuyucak köyünde ailesi eşkıyalar tarafından öldürülüp daha sonra Kaymakam Salahattin Bey tarafından evlatlık edinilen Yusuf’un başından geçen olaylar anlatılmaktadır. Eser incelendiğinde 3 bölümden oluşur. Birinci kısım; Yusuf’un çocukluk yılları, İkinci kısım; Yusuf’un Şakir ile çatışması,
“ Şakir’in kendine benzeyenlerden ibaret bir partisi vardı. Ne hükumet ne candarma bunlara karışmazdı. Çünkü parayı bolca oynatıyorlardı.”
 Üçüncü kısım ise Yusuf’un Muazzez’le evlenmesini ve yaşadığı sıkıntıları anlatan kısımdır.
  ”Bereket versin Anadolu'nun  bu yalnız kendine mahsus dertlerinin yanında kendine mahsus çareleri de vardı: rakı. Burada felaketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer; senelerden beri aynı köşede bırakıldığı için içerleyen zabit içer ve nihayet karısıyla geçinemeyen kaymakam içer.” s.20
   Yazarın Anadolu'daki kadın profili ve evlilik hakkındaki betimlemesi oldukça etkileyiciydi. Alıntılarla bitiriyorum, mutlaka okunası bir roman.
   ”Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetlileri bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi önlerine ilk çıkanla evleniverirler. Bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başlar: Evvelce bir takım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik bir lakaytlık gelir. Evde meram anlatmaya asla imkan olmayan seviyesi, ahlak anlayışı, dünyayı görüşü ve huyları büsbütün ayrı bir mahlukla daimi bir beraberlik insanı, dış hayatta da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür.” s.18
   ”Evde kapalı kalan ve ehli bir hayvan halinde fakat çok daha maksatsız büyüyen kızların hepsinde olduğu gibi onda da, bedenini ve kafasını hiçbir şeyle meşgul etmeden, hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey yapmadan; saatlerce, günlerce, yıllarca beklemek kabiliyeti vardı. Ve içini yakan düşüncelerden bitap hale gelince bu mutlak hiçliğin kucağına atılıyordu.” s.92
   ”Şakir’in serseriliği, sarhoşluğu artık unutulmuş gibiydi. Fakat bunları unutturan hadise yani onun bir adam öldürmüş olması, Şahinde’ye (Muazzez’in annesi, gönlündeki damat) hiç de korkunç görünmüyordu. Belki de bu şehirde adam öldürmenin biraz şerefli ve kahramanca bir şey gibi telakki edilmesi…” s.117
   ”Şahinde’nin gitgide bir yılan gibi parlamaya başlayan gözlerinin kamçısı hiç Yusuf’un üzerinden eksilmeyecek miydi?” s. 153