Yazar
Adı: Sabahattin Ali
Basım
Yılı: 2010
Yayınevi:
YKY
Sayfa
Sayısı: 160
Edebiyatımızın en özgün kalemlerinden
Sabahattin Ali, talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri, tamamen
aydınlatılmamış trajik ölümü, kimi zaman toplumcu, kimi zaman şikayetçi,
karamsar ve melankolik bir ruh patlamaları ile kendini gösteren iç
derinliğiyle, modern edebiyatımızın öncü yazarlarından biridir.
Kürk Mantolu Madonna romanını askerde kolu
çatlakken yazmış, gazetede “Büyük Hikaye “ olarak yayınlanmış, 1943 yılında da
Remzi Kitabevi tarafından kitap olarak basılmıştır. Sabahattin Ali bu romanın ana
fikrini “ insan denilen mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en
kolay şeylerden biri zannediyoruz.” sözleriyle açıklamıştır. Romanla ilgili ilk
eleştiriyi Nazım Hikmet yapmış. Roman 7 dilde basılmış halen binlerce satış
yapan ve öğretmenlerin en sık tavsiye ettiği kitaplar arasındadır. Yazarın
Andrea Del Sarto imzalı “Madonna dele Arpie” tablosundan ilham alarak yazdığı bilinir. Bir
tablodan başlayarak aşkı anlatan muhteşem bir romandır.
Roman, 2. Dünya savaşının öncesinde yaşanmış
tutkulu ve hastalıklı bir aşkı eksen alarak, 19. Yüzyıl Rus edebiyatının
özellikle de Dostoyevski ve Gogol’un çağrışımlarını taşımaktadır. Kitapta, yazarın
Berlin’de geçirdiği öğrencilik yılları, (1928-30) ilk çeyreğinde ise yeni bir
işe giren küçük bir memurun; kendini ve memuriyet yaşamının küçük ve dar
dünyasını ve karşılaştığı bir başka küçük memur Raif efendiyi tanıttığı bölüm
yer almaktadır. Türk romanının özgün bir karakteri olan Raif efendiyi okura
böyle tanıtıyor:
“Onun sarsılmaz sükunetini, insanlar ile
münasebetlerindeki garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar
iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın
heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı? Böyle bir
adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka
ne yapabilirdi? Bütün üzüntülerimiz, düş kırıklıklarımız, hiddetlerimiz,
karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye
hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün
müdür? “
Romanın esas gövdesi ikinci bölüm. Hummalı
hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raif efendinin siyah kaplı bir
deftere içini döktüğü tutkulu aşk hikayesi. 20 Haziran 1933 tarihini atarak
başladığı bu defterde, 10 yıl öncesine dönerek, Berlin’de bir resim galerisinde
rastladığı kürk mantolu kadın portresinin ruhunda ateşlediği tutkuyu ve o
portrenin ressamı ve modeli olan Maria Puder le yaşadıklarını hikaye eder.
”Nedense, hayatta bir müddet beraber
yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya
düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve
o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri
için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.” s.15
“On beş
yaşlarındaki genç kız ve yanındaki delikanlılar, birbirlerine sokularak, benim
arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir
tarafım olmadığını biliyordum. Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi,
ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. Boş
bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu.
İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları hor görüp küçümseyerek
ve onur kırıp aşağılayarak, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin
edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı.” s.28
”Etrafları tarafından anlaşılmayan,
haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu
yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum.
Fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur
edemiyordum.” s.33
”Bu portrede ne vardı? O zamana kadar hiçbir
kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade
vardı. Onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Soluk
yüz, siyah kaşlar, altında siyah gözler, koyu kumral saçlar asıl okuduğum
kitaplardan, kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Halit Ziya'nın Nihal’inden, Şövalye Büridan’ın sevgilisinden, Kleopatra’dan, Hz Muhammed’in
annesi Amine Hatundan birer parça vardı. Hayalimdeki bütün kadınların bir
karışımıydı. Bakışındaki hüzün biraz da “sakınma” ile karışıktı.” s.55
”İnsanlar birbirlerinden hiç bir şey
anlamayan insanlar, beni buradan da kaçırıyorlardı.” s.61
”Tabiatı ve onun mantığını her şeyin üstünde
tutarım. Bırakalım arkadaşlığımızda tabi yolunda yürüsün. Biz ona suni
istikametler vermeye, peşin kararlarla onu bağlamaya çalışmayalım!”
”Dün akşam bana:” Seninle şöyle bir oturup
konuşamadık!” demişti. Ben artık böyle düşünmüyordum Dün akşam onunla uzun uzun
konuşmuştum. O bu dünyadan ayrılırken, benim hayatıma başka bir insana nasip
olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu. Bundan sonra onu daima yanımda
bulacaktım. İçimde onu kaybetmiş gibi değil asıl şimdi bulmuş gibi bir his
vardı.” s.160
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder