14 Haziran 2018 Perşembe

SATRANÇ



Yazar Adı: Stefan Zweig
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 83

   Satranç, Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in ölümünden hemen önce yazdığı kitabıdır. Kitabı bitirdikten sonra intihar etmesi, eseri daha bir önemli kılıyor. Zweig, pasifizmi temsil eden bir yazardır. Pasifist, her türlü mülke zarar verilmesine, şiddete karşıdır. Bireysel şiddetle, devlet şiddeti arasında fark görmez. Zweig, yahudi olmasına karşın Kafka gibi Siyonizmi desteklemez.
   İkinci Dünya Savaşının korkunç atmosferinden uzaklaşmak için karısıyla birlikte Brezilya’ya yerleşir. Basından, savaşın cereyanını, Nazilerin Avrupa’daki ilerleyişlerini, Gestapo’nun tüyler ürpertici cinayetlerini titizlikle izler. Satrancı, bu karamsar atmosferin içinde yazar. 19. Yy. son çeyreğinde hızlanan psikoloji bilimi yalnızca edebiyat alanında değil sanatın bütün alanlarında yönlendirici ve belirleyici rol oynar. Kitapta da bunu görürüz.
 Zweig, psikoloji birikimini eserlerinde kullanmış ender yazarlardandır. Dünya Edebiyatındaki ünü usta bir psikolog olmasından kaynaklanır.

   Öykü bir yolcu gemisinde geçer. Bu gemide tamamen rastlantı sonucu karşılaşan 3 kişi arasında geçen hikayedir. Dünya satranç şampiyonu Mirko, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç oyuncusu olan ama uzun zamandır satrançtan uzak kalmış bulunan Dr. B. öyküdeki duyulmadık olayların kahramanıdırlar.
   Dr. B. Gestapo tarafından tutuklanan, otel odasına yerleştirilen orada psikolojik işkenceye maruz kalan, duyulmadık olayın kahramanıdır. Tam anlamıyla bir boşluğun, kendi deyişiyle “hiçliğin” içersindedir. Zaman ve mekan dışı bir yaşam sürer. Yazar, “hiçliği” öyle afili cümleler kullanmadan mükemmel tasvir eder. Günlük dilde somut şekilde anlatır.
   Otel odası, ”Baskının, kaba saba dayaklardan ve bedensel işkenceden daha ince ve etkili bir üslupla işlendiği, düşünülebilecek en ustaca izolasyondu. En mutlak anlamdaki hiçliğin içersine yerleştirdiler çünkü bilindiği gibi dünyadaki hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle sonunda dilin çözülmesini sağlayacak baskının, dayak veya şiddetle değil ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı.” S.37 Kitabın en can alıcı cümlelerinden biridir. Hiçlik, çaresizlik, yalnızlık ancak bu kadar güzel anlatılır.
  ”Burada insanın çevresi de hep o ayrılık vardı, hep o değişmeyen korkunç aynılık. Dikkatimi dağıtacak herhangi bir şey bulabilmek ya da icat edebilmek için sinirlerimi nerdeyse kopma noktasına kadar gerdim.” S.42
  “Satranç oyununun, tinsel enerjileri dar sınırlarla çevrili bir alana sürgün ederek, en zorlayıcı düşünme edimlerinde bile beyni bitkin düşürecek yerde onun ataklığını ve gerilim gücünü daha da yükseltmek gibi mucizevi bir üstünlüğü vardır.” S. 51
  Dr. B. Geçmişindeki bu korkunç dönemden ötürü “kurtuluşundan” sonraki yaşamında, akıllı mı yoksa deli mi olduğunu tam söyleyemez.
  ‘Satranç, “entelektüel ölüm” üzerine kaleme alınmış metinlerden biridir.’ Jean Amery
  Kitabın yansıttığı psikolojik analiz insanı esir alıyor.
   OKUYUN! geç kalmadan.


8 Haziran 2018 Cuma

BENİM ÜNİVERSİTELERİM



Yazar Adı: Maksim Gorki
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 168
   Üçlemenin son kitabıdır. Gorki gençtir artık. “Ninesi onu yolcu eder:
  -Bir daha birbirimizi göremeyiz! Sen yerinde duramazsın, kurtlu oğlan, uzaklara gidiyorsun, bense öleceğim…”
   Gorki sevgili ihtiyarcığından uzaklaşır. Kazan’a gider. Üniversite öncesi eğitimi tamamlamadığı için üniversiteye kabul edilmez. Fırıncıda iş bulur. Bir gece sokakta bir sarhoşu evine bırakır. İlk sersemletici düşünceleri ondan işitir. “İlerleme kendimizi avutmak için uydurduğumuz bir kavramdır! Hayat akıldışıdır ve anlamdan yoksundur. Kölelik olmadan ilerleme de olmaz. Çoğunluk azınlığa baş eğmediğinde, insanlık yerinde durur. Hayatımızı basitleştirmek isterken karmaşıklaştırıyor, işlerimizi kolaylaştırmak ve azaltmak isterken zorlaştırıyor, çoğaltıyoruz. İnsan ne kadar az şeyle idare ederse, o kadar mutlu olur; istekler, ihtiyaçlar çoğaldıkça, özgürlük azalır.” (s.45)

 Yakınlarında bulunan öğrenci evindeki yaşamı gözlemler. Öğrencilere imrenerek bakar. Bu öğrenciler sayesinde siyasal bilinç edinir. Yavaş yavaş politik faaliyetler içinde kendiliğinden küçük işler yapar. Polis Gorki’yle bir şekilde ilişki kurar. Gorki durumu idare etmesi için uyarılır.
  ”Devlet aygıtı denilen şey; bir yerlerde bir örümcek oturuyor ve ‘görünmez bir ağ’ın ondan başlayan iplikleri bütün hayatı sımsıkı sarıyordu. Bu ağın sağlam ipliklerini farklı pek çok yerde hissetmeyi öğrenmem uzun sürmedi.” (s.66)
  Fırın ustası üzerinden kadın erkek ilişkilerinin ne durumda olduğunu sürekli vurgular. Mahallede buluna genel evi “avuntu evi” olarak tanımlar. Kafasındaki aşk ilişkisi ile bağdaştıramaz. Hiç kız arkadaşı olmamıştır. Kendi tipinin çirkin olduğunu düşünerek intihar eder fakat başarılı olmaz.
   Öğrenci evlerinde gerçekleşen toplantılarda birçok düşünce akımı tartışılmaktadır. Mesela Tolstoycular; şiddete karşıdırlar, Hümanizme inanırlar.
  ”Anlamını kavrayamadığım sözcüklerle sarhoş gibiydim; kurşun gibi yağan korkunç bir sözcük fırtınasında toprak ayağımın altında sallanıyor ve ben umutsuzluk içinde sürekli, dünyada herhalde benden daha aptalı daha yeteneksiz birinin daha olamayacağını düşünüyordum.”(s.86)
   Gorki Bolşeviklerle belli bir ilişki içindedir ancak daha çok ilgi ve heves düzeyindedir. ‘Bilinen şey: Coşku hele neşeyle birlikte yaşanıyorsa insanın gücünü artırır.’
 ”Önümde açılan hayat, bitmez tükenmez düşmanlıklar, acımasızlıklar, beş para etmez şeylere sahip olma uğruna verilen kirli savaşlarla doluydu. Bense yalnızca kitap peşindeydim. Arabacı, kapıcı, işçi, memur, tüccar gibi bütün insanların, ben ve sevdiğim insanlar gibi yaşamadıklarını, bizim gittiğimiz yöne gitmediklerini anlamak için sokağa çıkıp kapı önünde bir saat kadar oturmak yeterdi. Sevdiğim, saydığım, inandığım insanlar ise kendilerini kuşatan çoğunluk içinde yapayalnız ve yabancıydılar. Kimseler gerekli değillerdi. Hayat bana baştan sona saçma geliyordu ve ölümüne sıkıcı. İnsanların sözde acıyıcı ve sevgi dolu olduklarını görüyordum; gerçekteyse hayatın genel akışına teslim olmuşlardı.” (s.89)
  Gorki Rusçada “acı” anlamına gelir. Üçlemede, Gorki’nin dünyasında inanılmaz duygular keşfediliyor. Kendi hayatı üzerinden içinde bulunduğu toplumu, 19. yy. Rusya’sının soğuk rüzgarını hissediyorsunuz.
  ”Benim Üniversitelerim” ismini neden tercih ettiğini okudukça anlıyorsunuz. Yaşadığı her ortamı, kişileri ve hikayelerini bir okul olarak değerlendirir. Gorki bir kitap aşığı. Anlatımları kesin akıcı yalın, didaktik, masum. Öğüt dolu cümleleri var. Tavsiyemdir.


1 Haziran 2018 Cuma

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN



Yazar Adı: Maksim Gorki
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 435

   Maksim Gorki, Ekmeğini Kazanırken romanı, otobiyografi üçlemesinin ikinci kitabıdır. Hikaye, yazarın hayatı ve insanları tanıma, öte yandan Rus orta sınıfının, köylülerin, işçilerin mücadelelerine tanık olma sürecini betimler. Devrim öncesi Rusya'nın içinde bulunduğu çıkmazı- ahlak kuralları ve dinin- insanları etki ve baskı altına alış şeklini ergenlik dönemindeki bir çocuğun gözüyle sade ve akıcı bir üslupla anlatır.

   Roman, yetim olan Gorki’nin öksüz kalmasıyla başlar. Dedesinin zoruyla 8 yaşında çalışmaya başlar. Moda Kundura’da çırak olarak çalışma hayatına başlar. Yazları gemilerde çalışır. Kışları hiç hoşlanmadığı, dedikoducu, hayattan zevk almayan akrabalarının yanına döner. Okurken Gorki’nin garip ve hüzünlü bir hayat yolculuğuna eşlik ederiz. İş değiştirerek yaşadığı yıllarda hem insanları ve hayatı gözlemler hem de kitapları keşfeder. Okuma tutkusu; toplum içinde hor görülen, dışlanan, itilip kakılan Gorki’yi hayatın çirkinliklerinden uzaklaştırır. Başka hayatların da olabileceğini, başka ülkelerde de sıkıntılar, acılar içinde yaşayan çocukların var olduğunu, üstelik kendi hayatının kötü denilemez olduğunu fark eder. Umutsuzluğa kapılmamalıyım diyerek sürekli umut eder. Ona güç veren bir diğer şey ise, büyük bir sevgi ve hayranlıkla bağlı olduğu ninesi ve tanıştığı iyi insanlardır.
   ‘Tanrılarını aralarındaki her soruna, küçücük hayatlarının her köşesine, her ayrıntısına soktukları için yoksul hayatları görünüşte bir önem, her anı ibadetle dolu bir büyüklük kazanmış oluyordu. Tanrıyı beş paralık konulara karıştırmaları içimi eziyor, …’ (s.91)
   Simiruy, yanında çalıştığı aşçı, iyi yürekli, yalnız bir insandı. Ustasının kitaplara düşkünlüğü, Gorki’ye zorla sesli olarak kitap okutturmasıyla kitaplarla tanıştıran insandır. Bugün Gorki’yi okuyorsak Simiruy’a borçluyuz.
   ‘Bütün bilgece kavramların en yalın anlamını bilirdi. Bütün gizleri çözen bir anahtarı vardı sanki. Bambaşka bir hayatı gösteriyordu kitaplar.’ (s.186)
   “ Taklit” demesi eldeki tasvirin değerli ve ender bulunur bir eser olması demekti. Elindeki eseri satmaya gelen garibanın aldatılmasına tanık olmak beni utandırıyordu ama beri yandan ihtiyarın sergilediği hünerli oyunlar da beni eğlendiriyordu.’ (s. 258) İhtiyar ona büyük ün kazanmış, tüccarlar, eşkıyalar, kalpazanlar üzerine öyküler anlatmayı severdi. Ama öykülerdeki ana fikir hiç değişmiyordu. “Ancak Tanrı’ya ve insanlara karşı günah işlenerek zengin olunabilir”
   ‘Bu karanlık inanç dünyasında sevginin ışığına pek yer yoktur; buna karşılık öfke, kin, aşağılanmış ve her zaman nefretle el ele olan kıskançlık çoktur.’ (s. 273)
   Rus atasözü: Mutluluğun ayak izlerine basarak gelir, felaket. (s. 325)
   Hayatın bu baskısına inatla öfkeyle karşı durabiliyordu.’Bende herkesle aynı ırmakta yüzüyordum. Ama hem ırmağın suyu bana daha soğuk geliyordu hem de ben herkes kadar kolay duramıyordum suyun üstünde.” (s.335)
 “Yangını gözyaşlarıyla söndüremezsin; ama su taşkınlarına karışan gözyaşları, taşkını daha da güçlendirebilir.” (s.421)
    Dayısı giderken bir öğüt verir:
-Kararıp durma! Sanki içine kapanmış gibisin? Tükür gitsin! Daha gençsin. En önemlisi şunu unutma: Kader ayrı, neşe içinde yaşamak ayrı…  Kader, neşeye engel değildir! (s.434)
   O yılın sonunda üniversite okuyabilmek umuduyla Kazan şehrine gider.
Gorki kimi zaman hüzünlü, kimi zaman muzip betimlemeler yaparak keskin bir gözlemci olduğunu gösterir. Hikâyede öğüt dolu cümleler vardır. Sıkılmadan okuyabileceğiniz bir kitaptır. İyi okumalar…

24 Mayıs 2018 Perşembe

ÇOCUKLUĞUM



Yazar Adı: Maksim Gorki
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 278

   Gorki’nin Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerimden oluşan üçlemesidir. Oto biyografi kitabıdır. Bir anı romanı da denilebilir.
    Aleksey Maksimoviç Peşkov (1868-1936) genel olarak bilinen adıyla Maksim Gorki, gerek yaptığı tasvirlerle gerek topluma eleştirel bakmasıyla en önemlisi de hayatını yoksulluk içinde geçirmesi beni kendisine çeken yazarlardan biri olmuştur. Yaşadığı alt sınıfın sert dünyasını keskin gözlemleriyle gözler önüne serer.

   Çocukluğum, Gorki’nin babasının ölmesiyle başlar. Babası öldüğünde 4-5 yaşlarındadır hiç ağlamamıştır. “Ninesi:
  -Niye ağlamadın? Ağlasaydın biraz!
  -İçimden gelmedi. Bütün bunlar öyle ilginçti ki! Çok az ağlardım o da yalnızca kalbimi kırdıklarında; yoksa acı beni ağlatmazdı. Ağlamam babamı her zaman güldürürdü, annem ise bağırırdı.” Say:5
   Volga nehrinden vapurla dedesinin evine taşınırlar. Aynı gün kamara odasında yeni doğan kardeşi de ölür. Yolculukları uzun sürer. Sonunda yol biter. Dedesiyle, dayısı, teyzeleri ve çocuklarıyla tanışır. Onları ihtiyatlı bir ilgiyle izler. Büyüklerden de çocuklardan da hiç hoşlanmamıştır. Yoğun, renkli, anlatılmayacak kadar garip bir hayat başlamıştır. Bu “aklıdan nasibini almamış aile”nin karanlık yaşamı öylesine çileli öylesine acımasızlıklarla doluydu ki. Dedesi onu gammazlık yaptığı için kendinden geçene kadar döver mesela. Hasta yatan Gorki, o bir kaç günde büyüyüverir sanki. Her tür acı, aşağılama karşısında duyarsız kalamaz artık. Annesi de güçsüzdür herkes gibi o da dedesinden korkar.Bir süre sonra annesi de ortadan kaybolur. Dedesinin dayakları altında ninesinin sevgisiyle, ninesinden dinlediği peri masallarıyla nefes alır. Ninesinin dua etmesini izler kimi zaman.
  ”Uzun dualar, evde hep büyük gerginliklerin, tartışmaların, kavgaların yaşandığı günlerde olurdu. Tanrı’ya evde olup biten her şeyi tek tek anlatırdı.” Say:60
   Dedesi Tanrı’yla konuşup, isyan ederdi hep. ”Çocuklarımız hiç yüzümüzü güldürmedi, onca çalışıp didinmemiz hep boşuna gitti.” Ninesinin yanıtı:
  -Herkesin başında aynı dertler, bir sen değilsin ki, bütün ana babalar günahlarını bizim gibi gözyaşlarıyla yıkıyorlar.
   Olduğu yerde hızla dönüp var gücüyle ninemin yüzüne bir yumruk indirdi.” Say:94
   Dedemin ve ninemin tanrılarının aynı olmadığını anlamam çok sürmedi. Tanrılar arasında yaptığım bu çocuksu ayrım kuşkusuz çok genel. Ama dedemin Tanrısı bende korku ve düşmanlık uyandırıyordu. Kimseyi sevmeyen, sert bakışlarıyla herkesi izleyen bir Tanrıydı bu. Ninemin Tanrısı çevremdeki her şeyin en güzeli, en aydınlık olanıydı. Dedem nasıl oluyordu da bu Tanrıyı göremiyordu.
   “O yıllarda Tanrıya ilişkin düşünce ve duygular, başlıca besin kaynağım ve yaşamımdaki en önemli güzellikti.” Say:120
   Karla kaplı düzlükte, bir kıyıya tek başına oturup soğuk karlı kış gününün o kristal sessizliğinde –Rus kışı- kuş cıvıltılarını dinlerken dedem, "annen geldi" dedi. Annemle karşılaştığımda her şey küçük, acınası, eskimiş görünüyordu gözüme. Kendimi dedem gibi yaşlı hissettim…”
   Gorki’yi çevreleyen doğumlar, ölümler, tanık olduğu ve bizzat maruz kaldığı akıl almaz şiddet ve şimdi de üvey babanın hayatına girmesiyle yaşamı daha da zorlaşmaya başlar.
  Yaşadığı hayat hiç hoşuna gitmiyordu, umutsuzluk benzeri bir duygu içindeydi. Ama nedense bunu gizlemeye çalışıyor, olay çıkartıyor, yaramazlık ediyordu. Hurdacılık işi yapmaya başladı. Gorki, hurdacılıktan hırsızlığa geçmenin iyi iş olduğunu düşünüyordu. Çete kurdu.
  ”Çok sonradan anladım ki, yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan Rus halkı, kendilerini acılarıyla eğlendirmeyi, onlarla çocuklar gibi oynamayı pek seviyor ve mutsuz olmaktan nadiren utanıyordu.” Say:200
   Hayatına öksüz olarak devam eder. Annesini toprağa verdikten sonra dedesi artık ona bakamayacağını söyler. “Var git, insanların arasına karış….” der.
   Gorki, bu kitabında bir çocuğun bakışıyla olayları anlatır, arada kesip hayat felsefesine değinir, yaşadıklarını yorumlar. Sıkılmadan okuyacağınız hüzünlü bir kitap. Mutlaka okuyun...


19 Mayıs 2018 Cumartesi

DALGALAR



Yazar Adı: Virginia Woolf
Basım Yılı: 2001
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 264
     “Güneş daha doğmamıştı. Deniz gökyüzünden yalnızca kumaşın kıvrımlarını andıran belirsiz kıpırdanmalarla ayrılıyordu.”
     “Güneş biraz daha yükseldi”


 “Güneş yükseldi. Yıpranmış teknenin ıskarmozlarını yaldızlayarak, çakırdikenini, onun zırhlı yapraklarını çeliksi bir mavilikte parıldayarak sarı ve yeşilden çizgiler düştü kıyıya.”
  “Güneş: yükselmiş olan, sudan yapılma değerli taşlar arasından kesik kesik bakış fırlatarak yeşil şiltede gizlenmeyi artık bir yana bırakarak, yüzünü açtı, dümdüz baktı dalgalar üzerinden.”
    “Güneş tam tepeye yükselmiştir.”
    “Güneş artık tam tepede değildi. Yana yattı, eğimli döküldü ışığı.
 “Güneş alçalmıştı şimdi gökyüzünde Bulut adacıkları yoğunlaşmıştı, güneşin önünde sürükleniyorlardı.”
 “Güneş batıyordu. Günün katı çekirdeği çatlamış, yarıkları arasından ışık dökülüyordu.”
    “Şimdi güneş batmıştı. Gökyüzü ve deniz ayırt edemiyordu.”
  Woolf dünyanın dairesel bir tabiatı olduğuna inandığından “dalgalar” kitabında da dairesel bir ritm kullanır. Güneş yaşam kaynağıdır. Dalgalar kişileri temsil etmekte ve onların fiziksel ve ruhsal durumlarını ifade etmektedir. 3 erkek 3 kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarını anlatır.
  ”Güneş doğar, dalgaların temsil ettiği karakterler henüz gençtirler. Hayatlarının baharındadırlar. Yaşam onların tam tepesinden bakmaktadır.” diyerek başlar yazar.
 “Ve sonunda güneş batıyor.”Ah Ölüm!” Dalgalar kıyıda parçalandı, diyerek kitabı bitirir. Hikayede belirli olan tek şey güneşin gökyüzünde değişen konumu. Öyle ki, birbirinden farklı 6 karakterin, kendine has özellikleriyle tek bir insanı temsil ettiği bile görülebiliyor.
  “Yalnızca fısıldanmış sözcükler isteyeceğim.”
   ”Mevsimlerim ben, diye düşünüyorum bazen; ocak, mayıs, kasım aylarıyım; çamurum, sisim, şafağım. Sağa sola fırlatılmam, havada usulca süzülemem, başka insanların arasında karışamam.”
   Kitapta “bilinç akışı” tekniği kullanılmıştır. Takdir edilesi ama çözmesi, anlaması, yorumlaması zor bir yazım tekniğidir. İnanılmaz öznel. Okurken bir türlü içinden çıkamadığım bir eser. Bir cümlede umutsuzluğu görüyorsunuz ve aynı anda coşkuyu bulabildiğim güzel bir kitap.
   Woolf’un ilk okuduğum kitabı. Kitabın uzun bir zaman ayırarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Beni epey zorladığını söyleyebilirim. Şiirsel anlatımı vardı. Metaforlar ve karakterler arasında diyalog değil monologlar var. Yinede okunmasını söylerim.


11 Mayıs 2018 Cuma

OTOMATİK PORTAKAL



Yazar Adı: Anthony Burgess
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 168
  “Kötülüğün sebebini bulmaya çalışıyorlar, iyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse de bana karışmasın…” say:35   Eğitici Danışmanı P.R.Deltoid’le Alex arasındaki diyalogdan alıntı ile başlamak istedim. Sonuçta kitap kurgu da olsa neden olmasın? Kitaptan keyif almanız dileklerimle.

     Otomatik Portakal baskıcı bir yönetimin ve bu yönetime direnen bir sokak çetesinin hikayesidir.
   Anthony Burgess’in 2. Dünya Savaş Londra’sında karısıyla birlikte saldırıya uğrayıp soyulmasından alır köklerini. Yazar bir sonuca varabilmek için toplumsal bir analiz yapar. Ölçüsüz şiddetin sıradanlaşmasının önüne geçmeye çalışır. 1960’larda yazılmıştır.
   Otomatik Portakal, ismini İngiliz argosundaki ”quer as a clockwork orange” deyişinden alıyor. Olabilecek en garip davranışları ve özellikleri barındıran kişiler için kullanılıyormuş.
    Kitap, Alex ve çetesi olarak adlandırdığımız 4 karakteri konu alan bir hikayedir. Eser Alex’in ağzından anlatılmaktadır. Alex 15 yaşında ergen bir genç, iki farklı hayat yaşıyor gibidir. Gündüzleri normal biri gibi okula giderken, akşamları içinde barındırdığı ruh haliyle hırsızlık, gasp, tecavüz, adam yaralama ve en sonunda cinayet gibi suça karışır. Masumları katletmekten çekinmez. Hapse düşer. Kitabın asıl ilgi çeken kısmı da burasıdır. Burada ülkenin başında bulunan siyasi partinin seçimi kazanmak için kullandığı ”Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” projesi “Ludavico Tekniği” ile, Alex bir laboratuvar çalışmasına tabi olur. Bu çalışmanın kobayı olur.
 Ludavico Tekniği: Bir nevi nefret ve iğrenme terapisi. Bu tedavide hastaya bir olayın kötü ve zararlı olduğunu kabul ettirmek için o olayı çağrıştıran şiddet dolu filmler izlettirilir ve fiziksel acılara maruz bırakılır.
    Alex bundan böyle aklından kötülük geçtiği anda kusmakta, acılar içinde kıvranmaktadır. En zoru ise Alex’in taptığı Beethoven’in 9. Senfonisi (Dostluk, kardeşlik ve barış temalıdır) eşliğinde seyrettirilen Nazi soykırım filmlerinin dehşet dolu sahnelerini yaşamasıdır. Alex’in kişiliği kendi istemi dışında değiştirilir. Ve bir kukla olur. Kayıtlara göre iyileşmiştir, salıverilir. Şiddet uyguladığı tüm insanlar bir bir karşısına çıkar. Sadece iyilik yapmakla görevli küçücük bir makinadır. Alex bu kez de Sosyalist olan hükümeti devirmek isteyen kesim tarafından kullanılmak istenir. Alex ölmeyi ister, pencereden atlar. 1 hafta komada yatar. Eski haline yeniden döner. Doktorlar bunu “derin hipnopedya” ile açıklar. Artık yeniden nasıl insan olacağını seçme şansı vardır.
   Seçim özgürlüğü elinden alınan bir insanın hayattan keyif alması ne denli mümkündür? Özgür irade ile seçilen kötülük, organize güçler tarafından kişiye dayatılan deterministik, iyilikten daha mı insancadır? Yazarın aradığı cevap budur.
   Alex (A eki olumsuzluk içermektedir ve lex “kanun” demektir) Klasik müzik dinleyen Alex, yeni dönem müziğini ve gençleri sert eleştirir. Yazar Alex üzerinden ilgisiz aile yapısını; öğretmene benzettikleri adamı dövmeleri, eğitim sistemini; ”Tükeniş Sokağı, Umutsuzluk Caddesi” gibi isimlerle, sokaktaki insan yapısını eleştirir. Yazar, insan doğasının içinde varolan gizli ya da açık şiddetin üzerine yüklenir. İkiyüzlü insan davranışını netleştirir. Dil konusunda uzmanlığını, Alex’in ağzından eksik etmediği küfürlerle, özellikle argo kullanımında özgün hamlelerle gösterir. Hikâyeyi anlatırken de şirin görünmek için elinden geleni yapar.
”Doğruyu görür, onaylar ama yanlışı yaparım.”
”Eee ne olacak şimdi ha?”
   Kitapta Pavlov’un köpeğini koşullandırdığı gibi bir insanın nasıl koşullandığı anlatılmaktadır. Toplumsal düzeni sağlamak adına dahi olsa bu durumun insan haklarına uygunluğu tartışılır. İradesinin yok olmasına göz yummak ahlaki açıdan da uygun değildir. Sonuç olarak kendine has atmosferi, nefret dolu anlatımıyla bir distopya. İyi ki okumuşum. En kısa zamanda filmini izleyeceğim. Kitabı okuduğunuzda da neden bu kadar çok okunduğunu ve önerildiğini anlayabiliyorsunuz.


4 Mayıs 2018 Cuma

BİLİNMEYEN ADANIN ÖYKÜSÜ



Yazar Adı: Jose Saramago
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 58

   1998 yılı Nobel Edebiyat ödülü alan kitaptır. Jose Saramago, Portekizli yazar, din konusundaki görüşleri nedeniyle yapıtları Portekiz Hükümeti tarafından sansürlenince Kanarya Adalarında ölene kadar yazar.


   Bir kral, bir temizlikçi, birde bilinmeyen adayı bulmak isteyen garip bir adam kitabın kişileridir. Geçmiş hayatını geride bırakmak isteyen temizlikçi kadın, bilinmeyen bir adanın olduğuna inanan ve onu bulmak için kraldan tekne isteyen aslında denizci olmayan bir denizcinin masalıdır.
  ”Adamın biri bir gün kralın kapısını çalmış, demiş ki:
   -Bana bir tekne ver!
   -  ………
   Kral uyarır: ”Bilinmeyen ada kalmadı artık…”
   Denizci kararlıdır.
  ”Ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Biliyor musun ki, kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.”
   Oldukça kısa, çizimlerle zenginleştirilmiş bir eser. Metaforlarla donanmış, kendinizi zorlamayacağınız bir kitap. Kitapta ülke ismine, kişi ismine rastlamıyoruz. Virgüllerle bölünen diyaloglar var. İnanmayı, birlik ve beraberliği anlatan, kısa ama anlamlı bir hikaye. Herkes ona “tüm adalar bulundu dese de, bilinmeyen ada nihayet denize açılmıştı, kendini aramak amacıyla.
  ”Mühim olan varış değil, belki de gidiş.”
  ”Beğenmek sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek.” Say:29
   Temizlikçi kadının yorumu da güzeldi:
  ”İşten evlerine dönen erkekler, midesi olan ve karnını doyurması gereken varlıkların sadece kendileri olduğunu zannederler.” Say:33
   Görünüşte sade bir öykü, bir masal belki de fakat Saramago’nun eşsiz bir anlatımı var. Psikolojik alt metinleri fark ediliyor. Nuh’un gemisine de bir gönderme var mı acaba?