23 Kasım 2019 Cumartesi

SON ADA



Yazar Adı: Zülfü Livaneli
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 183

  “Livaneli’nin bu benzersiz yaratıcı romanında insan yapısı otoriteyle karşı karşıya…Yazar, bizi dünyamız üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Mutlaka okunmalı.”
                  Prof. Lenore Martin, Harvard Üniv.


  Livaneli’nin en politik romanıdır. Türkiye ve dünya hakkında düşündüklerini, ıssız bir adada yaşayan insanlar, martılar ve bir diktatör ekseninde yazıya dökmüştür. Ülkedeki olayları anlatmak gazeteciliğin işidir. Olayları olup bittikten sonra yorumlamak, sosyoloji ve tarihin, öngörülerle anlatmak ise sanatın işidir. Arka kapaktan. 
 “Bir kez daha hayat sanatı taklit ediyor”.
  George Orwell’da Hayvan Çiftliği kitabında,İnsanları ve ülkeleri diktatörlerden korumak adına, hayvanlar  üzerinden yazmıştı. Daha pek çok yazar yapılması gerekenleri hep anlattılar. Sonuç?
  Kitabın kurgusu mükemmel. Büyük bir keyifle okudum. 2009 yılında Orhan Kemal roman ödülü almış bir kitap. Ütopyanın distopya ya dönüşmesini müthiş anlatmış.
“DEMOKRASİ: Çoğunluk diktatörlüğü. Maurice Duverger’in tanımı.
”Yavaşça” mevzi kazanan diktatörlere en başta “Hayır” demek gerekir. Roman toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinden yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” Kitabın sonundan Livaneli ile yapılan bir söyleşi yer almaktadır. Kitabın içeriğini çok güzel özetliyor.
 Kitapta, anlatıcı ile adada yaşayan yazar arasındaki diyalog etkileyiciydi.
“Bırak psikoloji, karakter, insan ilişkileri, eylemlerden çıksın” kelimeleri güzelleştirerek ya da şiddetlendirerek, güzel tasvirlerle insan hallerini anlatmaya kalkma. Sen eylemi anlat, gerisini okur kafasında tamamlasın Aristo da böyle demişti.
-Bir örnek versene
-“Eski çağlarda bir delikanlı, insanların dişlerini de tedavi eden bir hekimin kızına aşıktır. Sırf kızı görebilmek için oraya gider delikanlı ve sevgilisinin yüzüne bakarak otuz iki dişini çektirir. Şimdi bu eylem üzerine hangi sevda sözlerini ekleyebilirsin ki? Hepsi zayıf kalır.” s.165




10 Kasım 2019 Pazar

ZAMANIN FARKINDA



Yazar Adı: Şule Gürbüz
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı:196

   Şule Gürbüz, ilk kitabı Kamburdan, tam 18 yıl sonra kaleme aldığı bu çalışma ile (Zamanın Farkında), 2012 yılında, Oğuz Atay öykü ödülünü aldı. Günümüz edebiyat sınırlarını aşmış, kendince yeni bir edebiyat ekolü oluşturmuştur. Bunu oluştururken de, kendi deyimiyle “gayretkeş” okur için bir yol haritası olarak planlamıştı. Anlatım tekniği çok da alışık olduğumuz türden değil. Karmaşık cümle yapıları, karmaşık ifadeler, devrik cümleler… iğneleyici ve sorgulayıcı bir dille yazılmış. Cümle yapıları uzun fakat çok etkileyici. Her cümle bir hikaye sanki. peki ne anlatıyor? Esasında belli bir konusu yok. Yazarın iç dünyasına seyahat ediyorsunuz. Hislerini hislerimizle tanıştırıyor. Karşılıklı içsel bir sohbet gerçekleştiriyorsunuz. Felsefe ve edebiyatın ve sanatın birleşmesinden oluşmuş hoş bir kitap. 5 farklı öyküden oluşuyor.


 1.BÖLÜM kitabın daha rahat bölümü.Müzik Hocasının zamanla geçtiği yolun zorlukları ve bu yolda karşısına çıkan anlamsız kuralları eleştirmesi ve sorgulama hali anlatılıyor.
“Ben müziği seviyorum. Oluştuğu şeyleri değil. Bu notalar bana ortaya dökülmesi değil gizlenmesi gereken şeyler gibi geliyor.” s.20
“Göğüs kafesimde bir daralma ve kaburgalarımın kalbime batmaya başladığını hisseder etmez başımı çeviriyorum ve bir ”azını çok gösteren, azıyla hem kendi doyan hem aptal doyuran” görüyorum. Ağrım kramp halini alıyor.” s.31
“Hani bazen insanın başına bir dert, bir tatsızlık gelir. Ama bu neredendir diye düşününce yaktığı bir can, incittiği bir şeyler, sebep olduğu bir kötülük kolaylıkla görür.” s.32
“Eve dönmek kendine sarkıntılık etmekten başka nedir ki?” s.34
“Ne tuhaf çocukken hep görünmez olmak isterdim, meğer zaten görünmezmişim, dahası herkes meğer görünmezmiş. Kalp saklı, gizli, sırlı,hileli, sahibinden bile ayrı iş ve oluşlarda,…” s.41
“44 yaşındayım. Yaşımdan utanıyorum, halbuki başımdan utanmam lazım…Genç olmak umurumda değil de yaşımın adamı olmadığımı sezmek beni perişan ediyor.” s.42
  2. öykü, Cansın,  24 yaşında babasıyla annesinin aldığı hediyeler sonucu ölmek isteyen bir genç. Edebiyat ve kültür kumkuması bir ailenin çocuğunun, kendini bulmasına ve keşfetmesine izin verilmeyen gencin isyanıdır.
“Mutlu ol Cansın, sofistike merakların olsun, gözlerin parlasın, öyle ölük ölük durma, mutlu ol bir kiraz sapı, taze ekmeğin tuşesi.” s.79
“İngilizce demek ondan şakası, ciddiyeti, felsefesi, lafazanlığı, dalgası ile uzak şey demekti.” s.81
“O daha çok, beğendiği yada uzun bulduğu cümleleri çizer, kenar köşesine bir şeyler karalardı. Babası annesinin bu karalamalarına hayrandı. “ Bacon bir ise, sen ikisin” derdi. Annesi bu iltifatı da çok olağan karşılar, babasına, hizmet eden garson aşinalığında bakardı. Annesi nedense lütuf, sadakat, sakınma, merhamet, bilge görünmek gibi kelimelerin altını çizmiş, …” s.83
“Anlama o kadar sancılı bir süreç, kabullenme o kadar eziyetli bir hal ki, anlamak ve kabul etmek, bunu içine sindirmek, bu hal ile bir olmak çekmek anlamına da gelebiliyor. Anlamak öyle bir sancı ki, insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşcasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor. Anlama öyle zor ki, anlayışı ve onunla gerçekten bir olup olmayışı her an, her şeyle sınıyor, hep anlamanın neticelerini istiyor.Ve nihayet gerçekten anlamışsa, anlama gerçekleşmişse o darlık giderek genişliyor, içinde dökülen bir giysi, koruyucu tılsımlı bir gömlek, başın üstünde görünmez bir hale dönen ve her şeyi tatlılaştıran bir ışık oluyor.” s.88
  3. öykü, Mezarlıktan Geçiş;  Leyla karakterinin, hayatını yanlış bilgilerle hazırlattığını unuttuğu astroloji haritasına bağlı kalarak geçirmesini anlatıyor.
“Gençlikte insanın içi bomboş olduğundan içine ne düşse büyük gürültü çıkarıyor elbet.” s.106
“Her zaman bölümünde zamana hiç değmediğini, zamanı yaşayan, tüketen, öğrenen ve diğer periyoda geçenler gibi bir birine değme, yaşadığının farkındalığı olmadan hep kendi içine gömülü bir sır olarak kalmak.” s.107
“Zaman akar mı, içinden mi geçilir, tümüyle dışındadır da uzaktan ve kenarından mı bakılır?” s.113
  4. öykü Mutfak, neşeli bölüm. Bazı mutfaklar kendi yaşamını bazıları da başkalarının yaşamını konuşur.
“Hep bu gazetelerin , televizyonların yüzündendi….Eline bir fincan kahve alıp da ağız tadıyla içemiyor. Birisini taklit ettiği zannına kapılıyordu.” s.119
“O korkak yaşamaya cesaret etmişti, ömür boyu yakasını bırakmayacak bir şeyle yaşamaya.” s.121
“Mutfağı en kutsi, evin en can alıcı yeri gördüklerinden masraf demek, mutfak masrafı, eksik gedik demek, mutfak eşyası, beceri demek mutfaktaki beceri demek idi.” s.122

  5. bölüm kitabın da adını verdiği can alıcı bölümdür. Zamanın Farkında; Aslan beyin  yalanlarını, yanlışlarını, görünmemek için yapıyor gibi göründüğü şeyleri, toplumu, insanların yapıp ettikleri üzerinden eleştiriyor.
  Düşünce ve zihin akışına, dilin üstünlüğüne önem vermiş, ontolojiyi mesele edinmiş bir yazardır. Olaylar, kurgular kahramanlardan oluşan bir edebiyat formunda yazılmamış bir anlatı kitabıdır. Anlattığı şeyin yüksek bir dile ihtiyacı var.  Soru sorma, düşünebilme gibi, olan biten sadece zihinde ve dilde oluyor.
   Edebiyatın temel direği bu: İnsanın asli işlerinden biri kendini gözlemlemek, hem de keskin bir gözle. İnsanın kendi üzerinde hatıraları birikiyor.
   İyi yetişmiş, iyi niyetli, gayretkeş okurlara ihtiyaç var. Metinlerde gülecek ve kederlenecek şeyleri yakalıyorsunuz. “Belli referanslara sahip olmayan insanlar bazı metinlere karşı taş kesiliyorlar.” Burada kutsal kitaplardan, felsefeye, tasavvufa, mistisizme içli dışlı bölümler var. Cesurane cümleler var. Onlar sizin derdiniz değilse kitap dilsiz kalıyor. Ölümü bu dünyadan koparmıyor, gidilecek bir yer olarak görüyor. 
Ölüm: yaşamım devamı. ( Doğal gaz evi ısıtsa da içini ısıtmıyor)
   Zor okunan bir kitap oluyor. Şule Gürbüz’ün edebiyatı yoğun bir edebiyat. Çok boyutlu ve katmanlı metinler var. Monologdan diyaloğa dönebiliyor, sorular geliyor. Hayat öyle ya da böyle bir karşılık veriyor. Metinler, İnsana şifa gibi de geliyor.
 “Akil olmayan deli olabilir mi?” s.137
“İstiyorsunuz ki doğru bildiğiniz iki cihanda da doğru olsun, siz buranın mamurları oranın müsteşarları olun. Hem de burada seni işe sokan orada da şefaat etsin.”Bizden bizden” desin.” s.138
“Dünya vatandaşı derken dilini şaklatıyorsun da hayat kadını deyince neden dudak büküyorsun?” s. 139
“Ömrün boyunca doğru söyledin öyle mi? Doğrular sana elverişliydi de ondan….Utanmanın ve eksikliğin ve sıkıntının adını neden değiştirdiniz?” s. 139
“Herkesin kendi yerine yaşadığı kendi yerine öldüğü söylenir hep, ama herkes kendi de değil, kendi yerinde de.” s.140
“Zaman hafızada biriken ve arandığın da,sadece orada bulunan mı?” s.150
“Kendini bir kez çıplak gözle görebilse insan, bir bakabilse yapamadıklarına değil bu hali ile yapabildiklerine şaşar.” s.150
“Söylediklerim kendimi tedavi etmeye mi yönelik, anlamaya mı, avutmaya mı yoksa zamanı farkına varmadan ağrısız geçirmeye mi ya da farkına varılmış bir zamanın yankısı mı hiç bilemedim.” s. 151
“İçine doğulan hayat, hep o hayattan sıçrama isteği veriyorsa ama doğana sıçrayacak bacaklar vermiyorsa ne olur?” s.151
“Basit ve cılız insanların yanında gereksiz yere yükselmeye çalışırım, ondan sonra onları da, lüzumsuz ve değersiz hayranlıklarını da ne yapacağımı şaşırırım. Bayağı aptalım anlaşılan.” s. 185
“Ama (köre ama demek bir çeşit edep, hatta insanı körlükten koruyacak dua kar bir söz gibi tılsımlı) kadının sesi  hep söylenen, fakat söylediklerine sinirlenmeyen, hayatı, tüm sözü, düşüncesi dert olan insanların ki gibi tekdüze, utanmasam neşeli diyeceğim tonda ve üsluptaydı.” s.192

1 Kasım 2019 Cuma

AKIŞI OLMAYAN SULAR



Yazar Adı: Pınar Kür
Basım Yılı: 1988
Yayınevi: Can
Sayfa Sayısı: 222

   Pınar Kür, 1943’de Bursa’da doğdu. İlk ve orta okulu Ankara’da, liseyi babasının UNESCO’da görev alması sonucu Newyork’ta okumuştur. Üniversiteyi İstanbul’da tamamlayan yazar, 5 yıl sonra Paris’te Karşılaştırmalı Edebiyat alanında doktora yapmıştır. Yayınlanan pek çok romanları (bazıları müstehcen bulunarak yasaklanmıştır) ve hikayeleri vardır.


   Akışı Olmayan Sular, hikaye kitabıdır. İçinde 5 ayrı hikaye bulunur. Yazar, gelişi güzel insan manzaralarını o kadar güzel anlatmış ki, hiçbir cümlesi gereksiz değildi. Kitap biraz nostaljik. Eski İstanbul insanları, tazeliği kaybolmamış aşkları, çocukça hayaller, arzular, kıskançlıklar işlenmiş. Bir çeşit erişilemeyen duygulardan yola çıkılıp öykünün “hikaye mimarisi” yapılandırılmış.
   Pınar Kür, 70’li yılların altın çağlarını yaşayan anlatı edebiyatının, kadın yazarlarından. Kitap, Sait Faik 1984 hikaye ödülü almıştır. Uzun zamandır beni içine alıp sürükleyen bir okuma haline büründüren bir kitaptı. Daha çok Pınar Kür okumak istiyorum, harika bir kalemi var.
“Yaşamadım. Çünkü yalnızca eskidim.” s.55

1.Hikaye, Biraz Daha Ölmek
“Hiç yaşamamışken daha az yaşamaya yargılıyorlar beni, ömrümü uzatmak için. Yaşamın izmaritini veriyorlar elime, sigara içmeyi yasakladıktan sonra…” s.59

2.Hikaye, Kısa Yol Yolcusu
“Neden o duraklardan birinde yaşamı bulacağımı sanıyorum, onu da bilmiyorum.” s.79

3. Hikaye, Leyla İçin Şiir
“Susun be! Susun artık! Yeter! Sessizlik istiyorum! Leyla’ya şiir yazacağım!
Sustular.
Işıkları kim söndürdü?” s. 140

4.Hikaye, Son Çizgi
“Yüzünü göremedi. Yüzünü çizilen en son çizgiyi göremedi. Görebilseydi anlayabilirdi belki, hiçbir yeni çizginin son çizgi olmayacağını… ölünceye dek.” s.158

5.Hikaye, Bitmiş Zaman Dair
“Şimdi Ahmet’de ölmüş.
…..aileden en kısa yaşayan o oldu. O günleri o yaşamayı anımsayacak bir ben varım dünyada artık. Ben de her geçen gün biraz daha unutuyordum.” s.222


25 Ekim 2019 Cuma

VADİDEKİ ZAMBAK



Yazar Adı: Honore de Balzac
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İlya
Sayfa Sayısı: 353

   Fransız yazar Balzac, (1799-1850) hayatı hep merak edilen bir yazar olmuştur. Fakir bir hayat yaşamış, ailesinden sevgi görmemiş, kendinden büyük bir kadınlar yaşamış. Vadideki Zambak romanında kendi hayatından esinlendiği söylenir. İlk kez 1936’da yayınlanan başyapıtlarından biridir. Kitapta; felsefe, din, doğa, psikoloji, sosyoloji, tarih, romantik pasajlar büyük oranda işlenmiştir.


   Romanın çoğunluğu Fransa’nın Touraine eyaletinde bir vadide geçer. Başkarakter Felix’in, Kontes Natalie’ye yazdığı mektupla başlar. Ve Natalie’nin Felix’e yazdığı mektupla biter. Bu kadın kimdir anlaşılmıyor. Hatta bu kadını tamamen unutarak okuyorsunuz. Felix, ailenin en küçük çocuğu, annesi ve kardeşleri tarafından sevilmiyor. Yatılı okullarda parasızlıkla yetişmiş biridir. Lise yıllarında Paris’te siyasi ortam karışınca ailesi onu kasabaya geri çağırıyor. Kasabada katıldığı bir baloda çok güzel bulduğu bir kadının omzunu öper ve karşılıksız aşka tutulur. Madamme Henriette Mortsauf evlidir ve 2 çocuk annesidir. Felix dayanamaz aşkını Henriette itiraf eder. İmkansız aşk ve ızdırap başlar.1817 yılları, Felix kral XVIII. Louis’in sarayında gizli göreve atanır. Orada Leydi Dudley’le tanışır. Ve iki kadın arasında kalır…
”Bir melekle bir şeytanı aynı zamanda seviyordum; biri kendi kusurlarımızda dolayı kızıp kötülediğimiz bütün erdemlerle; öbürü bencilliğimizden dolayı küçümsemek istediğimiz bütün fenalıklarla bezenmiş iki kadın… her ikisinde de benden yoksun kalınca yaşayamayacağını düşününce göğsüm gururla kabarır.” s.293
Kitap, başlangıçta ağır ilerliyor, oldukça çok tasvire yer verilmiş.     Olaydan daha çok hisler anlatılmış. Henriette’nin aşkı ve hissettikleri şahane bir şey. Fakat beni rahatsız eden; Henriette’nin uğruna ölecek kadar çok sevdiği erkeğe yazdığı mektupta, kızı ile evlenmesini istemesi…!
“Sessizlik anlarında sende beliren o enfes sevilen kadın öfkesi neden? Yoksa bağışlanmak için benim sırlarımın öğrenilmesini gerekli kılan sırların mı var senin de?” s.7
“Madde dünyasında olduğu gibi ruhsal dünyada da bir takım elektrik akımları, ısı değişimleri mi var yoksa?” s.36
“Kadının kocasına bağlılığının sembolü olan altın halkayla bağlı olduğu o ağır zinciri hiçbir kuvvet kıramaz.” s.84
“Şimdi benim sevgili Henriette’m…. büyük bir heyecanla dua ediyordu; inanç, bir derinlik bir secdeye kapanmışlık, bir dinsel heykel duruşu veriyordu ona; içime işledi bu.” s.97
“Birkaç mısrasına bakarak Sadi’yi nasıl anlıyorsanız, bir çiçek demeti aracılığıyla ruhlarımız arasında meydana gelen haberleşmeyi de öyle anlayacaksınız.” s.118
“Bir anne değil de bir üvey anne olan toplum, daha çok kendi gururunu okşayan çocukları sever.” s.163
“Ahlakın da dereleri vardır ve bu derelere düşen bazı kimseler kendilerini boğan balçığı soylu insanların üstüne sıçratmak için didinirler.” s.168
“Asilin yükü ağırdır.” s.169
“Ama insanlardan şikayet edenlerle ve dünyada hep nankörlerle karşılaştıklarını söyleyenlere benzemeyin. Kendi kendini heykelleştirmek bu?” s.169
”Benliğinde iki ayrı kadın: Biri zincire vurulmuş kadın (ki bütün sertliklerine rağmen beni büyülüyor.)
Öbürü serbest kadın (ki tatlılığı aşkını ölümsüzleştiriyor.)” s.223
 “Bir kadın toplumun kendisine izin verdiği duyguların dışında bir duyguya kapılınca bu duygu ne kadar dayanılmaz olursa, o kadın, onu kalbinde boğmak, kendini kocasına ve çocuklarına feda etmekle o oranda erdemli bir kadın olacaktır.” s.266
“Bazen isteklerimizin konserine uygulanmış bir müziğin ustalıklı makam değiştirmeleri…” s.287
“Başkalarının mutluluğu artık mutlu olmayacak kimselerin sevincidir.” s.331
“İnsan düşüncelerine hakim olamaz. Ama düşünceleri acılar arasında hapsetmek, zararsız hale getirmek mümkündür. “ s.337


17 Ekim 2019 Perşembe

GECENİN SONUNA YOLCULUK



Yazar Adı: Louis-Ferdinand Celine
Basım Yılı: 2019
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı:573

    L.F. Celine, Fransız romancı (1894- 1961) orta halli bir aileden gelmekteydi. 1912’de orduya katıldı. I. Dünya Savaşında cephede ağır yaralandı. Daha sonra casuslukla görevlendirilerek İngiltere’ye gönderildi. Bir süre Afrika’da tıbbi araştırmalarda bulundu. Fransa’ya döndüğünde tıp okudu. Paris’in yoksul bir mahallesinde doktor olarak çalıştı. Sosyalizme yakınlık duyarak 1935’te SSCB’ye gitti. “Bir Katliam Etrafında Ivır Zıvır Şeyler” adlı kitabındaki Yahudi aleyhtarı görüşleri yüzünden suçlandı. Danimarka’ya kaçtı. Bir süre hapiste yattı. 1951’de Fransa’ya döndü.


  Celine, 1932’de yayınlanan ve Renaudat ödülünü alan Gecenin Sonuna Yolculuk adlı kitabıyla ünlendi. Savaş yıllarındaki ve Afrika'daki izlenimlerini yansıtan bu roman, dilin kalıplarını kırarak, sokağın sesini duyurup, dilini, argosunu edebiyata katarak metinlerini yoğurdu. “Anti burjuva bir dil” yarattı. 
“Alışılmadık sıklıkta ünlemle soru işareti saçıyormuşum, sağa sola bol miktarda üç noktayla havalandırıyormuşum yazılarımı, virgülle “ve” edatlarını da olmayacak yerlerde kullanıp kazara kucağımdan düşürmüş gibi serpiştiriyormuşum bambaşka bir mantıkla ama katiyen normal yazı dili kurallarının emrettiği yerlere değil!” s.559
 Alışılagelmişin dışındaki biçimiyle yaygın roman ölçütlerini zorlamıştır.
  Kitabı özel kılan hikayenin akışı değil doğrudan hayatın kendisi. Umudun ve aşkın dışında insana dair her şey var. Romanın kahramanı Ferdinand Bardamu; kayıtsız, insanların kalıplaştırmaya çalıştığı tüm değerlerden yoksun, nihilist, sefaletin içinde birisidir. Doktorluk bile onu sefaletten kurtaramıyor. Doktorluk mesleği sayesinde insanların derinliğine, çöplüğüne, tüm kirlerine daha fazla tanık oluyor. Kitabın diğer bir özel yanı ise Ferdinand Bardamu’nun hayatın içindeki duruşu, gözlemleri, yorumları, düşünceleri… İtici bir karakter olsa da okudukça sizde Bardemu’ya dönüşüyorsunuz.
“Savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum. Ben  savaş var diye üzülmüyorum… Ben kaderime razı olmuyorum… Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum… Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum.” s.84
“Savaş kimilerini yakmış kimilerinin içini ısıtmıştı, nasıl ki ateş bazen işkence eder bazen de ihya, bu içinde mi önünde mi olduğuna göre değişir. Kendi yağıyla kavrulmasını bilmek gerek o kadar.” s.245
“Bana böyle çok sevecen öğütler veriyordu, mutlu olmamı istiyordu. İlk kez bir insanoğlu benimle ilgileniyordu tabiri caizse içerden diyeceğim, bencilliğimle ilgileniyordu ve tüm diğerleri gibi durduğu yerde beni yargılamak yerine kendini benim yerime koyuyordu.” s.258
“İnsan gözden düşmek istediğinde halka iner.” s.304
“İnsan bir yerde takılıp kaldıkça nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatırınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar.” s.307
“O da namussuzun dik alasıdır zaten ezelden beri ötekinden bile daha içten pazarlıklıydı ama artık o iğrenç ruhunun derinliklerindeki çirkefi tümüyle ortaya çıkarmayı başardı.” s.359
“Duygum sanki yalnızca tatillerde gidilen bir ev gibiydi. Doğru dürüst dayalı döşeli dahi değil. Kaldı ki can çekişenlerin istekleri bitmez. Can çekişmek yetmiyor. Geberirken bir yandan da tadını çıkarmak isterler, yaşamın en alt kademesinde, damarlar üre dolmuşken bile, son hıçkırıklarla hala ille de doyuma ulaşmak gerek.” s.547



12 Ekim 2019 Cumartesi

KÖY ENSTİTÜSÜ YILLARI



Yazar Adı: Talip Apaydın
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: Literatür
Sayfa Sayısı: 202

  Talip Apaydın, 1926’da Polatlı’da doğdu. Çifteler Köy Enstitüsü’nü sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar bölümünü bitirdi. 1946’dan itibaren yazın ve düşün dergilerinde sürekli yazdı. Ülkenin çeşitli yörelerinde 30 yıl öğretmenlik yaptı. 2014 yılında öldü. Bütün yazınları köylülere, işçilere, yoksul insanlara ve kırsala dayanır. Hikaye, roman, anı ve oyun kitapları vardır. Köy Enstitüleri kapandıktan sonra söylediği sözleriyle derin bir sızı bırakan aydın.



“Bunu 1000 kişi hep bir ağızdan söylerdik, inanırdık. Milletin efendisi olacaktı köylü… ne kadar aldanmışız…”

  17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulan Köy Enstitüleri, kısa ömrüne rağmen bir çok aydın yetiştirmiş üzerinde hala derin tartışmaların sürdüğü Cumhuriyet’in en değerli kurumlarından biri.
   Apaydın’ın duygu yüklü kitabıdır. Sadece yazarın Enstitü yıllarını anlatmıyor, dönemin koşullarını, enstitülere atılan iftiraları, köy ve kent yaşamı, dönemin kültürel durumu, siyaseti ve insanını da en ince ayrıntılarına kadar işliyor. Sıkmadan, kendi anılarını başarılı bir şekilde sunuyor. Ve bunu kronolojik bir şekilde yapıyor. Akademik kitap okumak sıktığı için bu kitabı okumak bir şeylerin farkında olmak açısından önemli.
  Yazar, anılarını çok iyi yansıtmış. Sanki karşında konuşuyormuş hissine kapılmana neden oluyor. Çok etkileyici bir anı kitabıdır. Bu ülkenin, başarılı Mili Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve Hakkı Tonguç’un Köy Enstitülerini yaratma ve yaşatma çalışmaları uzun uzun anlatmış.
“En çok tarlada inşaatta çalıştığımıza şaşırıyorlardı.
 -Öyle şey mi olur? Efendi kısmı çalışır mı? Efendi dediğin kitap okur, yazı yazar. Masa başında oturur.” s.91


5 Ekim 2019 Cumartesi

KARILAR KOĞUŞU



Yazar Adı: Kemal Tahir
Basım Yılı:2016
Yayınevi: İthaki
Sayfa Sayısı: 359

    Kemal Tahir’de Nazım Hikmet gibi düşünce mahkumlarından. Hatta Nazım’la beraber tutuklanıp hapse atılmış.1938 yılında hapse girmiş, 1951 yılında serbest bırakılmış, Nazım ise sürgüne gönderilmiş.


   Karılar koğuşu kitabını, hapiste olduğu yıllarda yazmış. 1940’lı yıllardaki Anadolu’yu, baş karakter Murat (yazarın kendisi oluyor) ekseninde anlatıyor.  Romanın adı  her ne kadar Karılar Koğuşu olsa da kitap hapishanede erkek merkezli bir hikayeyi ele alır.
“Gece insanı rahatsız edecek derecede sakindi. Bu rahatsızlık, sabahın ilk saatlerinde başlayıp, gecenin yirmi birine kadar asla kesilmeksizin devam eden bi ton mapushane binasının öfkeli ve ümitsiz homurtusunun kesilmesinden ileri geliyor.” s.287
“Sükut ne acayip şey… Canlı gibi… Sanki arkasında durmuş bir yaklaşıp bir uzaklaşarak kendisiyle şakalaşıyor.” s. 288
  Kemal Tahir’in ölümünden sonra 1974 yılında yayınlanan romanıdır. Malatya Cezaevi deneyimlerini, 2. Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sini anlatmak için kullanmıştır. Türkiye, 2.Dünya Savaşına katılacak mı? Katılacaksa Almanların yanında mı Müttefiklerin yanında mı yer alacak? Savaşın belirsizliği insanları daha büyük sefalete sürüklerken Murat, hapis hayatının zorlukları içinde, giderek bayağılaşan insanların her şeyi yapabildiklerine tanık olur. Kitap, kötü yola düşmüş kadınların ceza evine gelmesiyle başlar. Anadolu kadınının hapishanede de bitmeyen çilesini anlatıyor. Arka kapaktan.
   İdama mahkum edilen Hanım, Malatya genelevinden gelen Tözey, Gardiyan Şefika ve küçük mahkum Aduş… Her birinin farklı hikayeleriyle dolu bir roman.
“Herkes kabahatli de cezayı yalnız Hanım, Tözey, Şefika çekiyor. Hanım'ın oğlancılık eden kocası, Şefika'nın eve o….  getiren efendisi suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa'nın hizmetkarına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa tarlada hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa ise Akçadağ Belediye reisi…” s.346
“Kanun böyle emrediyor. Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur sazı…” s.351
  Yazar gerçek hayattaki dostları Nazım Hikmet ve Piraye’yi oldukları gibi anar, Hitleri İsmet İnönü’yü sık sık cümlelerinde kullanır. Toplumun cinselliğe bakışını ve yaşayışını açık seçik anlatan bir yazar. Kitapta ikili konuşmalar çok yoğun olduğundan okurken biraz sıkıldım. Sosyoloji kitabı da denilebilir.
  Toplum inkılapları anlamamış, hele kadınlar kendilerine verilen hakların farkında değiller. Hala erkeklerin gölgesinden çıkamadıklarını görüyorsunuz.