23 Nisan 2021 Cuma

EMPEDOKLES’İN DOSTLARI

Yazar Adı: Amin Maalouf

Basım Yılı: 2021

Yayınevi: YKY

Sayfa Sayısı: 210

   Amin Maalouf, 1949 Lübnan doğumlu, ekonomi ve toplum bilim okuduktan sonra gazeteciliğe başlar. 1976’da ülkesindeki savaş yüzünden Fransa’ya gider ve orada da gazeteciliğe devam eder. 80’li yıllardan itibaren de kendini tamamen edebiyata adar. Yazarın diğerleriyle bu kitap arasında büyük fark var. Eskiden karamsar bir yazarken şimdi optimist. Hem didaktik hem romantik bir yazarla karşılaşıyoruz. Bu kitabında, hayalle gerçek arasında köprüler kuruyor. Maalouf, düşüncelerini her zaman açık ve sade dile getiren, düşünmeyi, analiz etmeyi basitleştiren muhteşem bir kaleme sahip. Dünyayı izliyor, anlamaya çalışıyor sonrada açıklamaya çalışıyor. Romanlarında hep geçmişten, eski kültürlerden bahseder. Konularında inançlar, uygarlıklar hep merkezdedir. Genelde yıkım ve çöküş üzerine yazar.



   Kitap, Atlas Okyanusu kıyısında küçük bir adada dehşet veren bir sahneyle başlıyor. Beklenmedik bir kararmanın ardından gezegen karanlığa bürünüyor. İnternet, elektrik ve iletişim yok. Adada teknik ressam Alec ve çok satan mitolojik roman yazarı Eve yaşıyor. Kahramanlarımız kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkarıyorlar ve o dehşet veren güne kadar birbirlerini görmezden geliyorlar. Bunu Alec’in tuttuğu günlük kanalıyla yavaş yavaş keşfediyoruz. Gezegen ve insanlık tarihi büyük tehlike altında. Mitolojik isimler ve olaylarla dolu oldukça heyecanlı bir hikaye başlıyor. Bu düşündürücü kitap son sayfaya kadar merak uyandırıyor.

   Yazar, bir söyleşisinde: “Bir şeyleri yeni baştan icat etmemiz gerekmez. Birleşmiş Milletler veya diğer kurumlar, Empedokles’in Dostları olabilir. Düzgünce işleyen bir dünya düzeni, sorunları çözen, savaşları önleyen barışçıl bir düzeni kurmak, gezegenimizi korumak bizim elimizde. O dönemden kalanlar gelip bizi kurtarmasın, o kurtarıcılar biziz.”

   Maalouf, kitabı pandemiden önce yazmış. Pandemiyle birlikte mesafe, hijyen ve maskenin önemini nasıl kavradık. Tehlikeyi fark edip gereğini yapıyoruz. Tehlike hayatın her alanında; fark edip, mücadelemize birlik olarak devam etmeliyiz. Kitabı mutlaka okuyun.

    Teknolojik Rönesans mı yaşıyoruz? Sıfırlanıyor muyuz?

“Evvel zaman içinde bir gün insanlık bölünmüş. Bazıları, yeni bir site inşa etmeye giden göçmenler gibi ayrılmışlar. Diğerleri kalmışlar. O zamandan beri birbirine paralel iki insanlık vardır. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır. Her biri kendi yolunda ve kendi ritmince ilerlemiştir.” s.62

“Bir ulusun ve bir uygarlığın çöküşünü umut makyajıyla gizleyebilmek için, cesaret ve ustalık gerekir.” s.75

“İnsanlık tarihinin şafağı söktüğünden beri kadınlar üzerindeki baskı ve boyunduruk hiçbir devirde bu kadar az olmamıştı; geleneksel olarak doğuşlarından itibaren dayatılan fiziksel ve toplumsal korseden kurtulmaya hiçbir zaman bu kadar yakın olmamışlardı. Kuşkusuz dünyanın her yerinde eşit ölçüde özgür değillerdi, haklarının tamamını henüz ele geçirememişlerdi; ama en azından Eve-Lilith kendisini emellerinin, arzularının hatta aşırılıklarının peşinden canı nasıl isterse öyle gidebilecek kudrette hissediyordu…. Meşru veya yasak, zararsız veya tehlikeli hiç bir zevkten kendini mahrum etmemişti.” s.84

“Zaten hem gelecek hem de geçmiş ölümü taşıyor, yaşamı taşıyan ise şimdiki zaman, tıpkı güneşi ve sarhoşluğu taşıyan bir üzüm tanesi gibi…” s.108

“Bilge birisi kendisini eylemlerinden ve sonuçlarından sorumlu görür; bilgelikten hiç nasiplenmemiş insan ise kendini sadece niyetlerinden sorumlu sayar. s.142

“Eve, uzun süredir dünya masasının yanlış kurulduğuna inanıyordu ve şimdi masanın acımasızca devrildiğini, en varlıklı konuklarında neye uğradıklarını şaşırdıklarını gördükçe ağzı kulaklarına varıyor.” s.158

“Dünya şu son yıllarda açgözlülük ve kinin cirit attığı bir savaş meydanına dönüşmüştü. Her şey sanat, düşünce, yazı, gelecek, sex, komşuluk her şey kokuşmuştu… Ve birdenbire güçlü bir silgi darbesiyle kara tahta siliniverdi. Tarih sıfırdan yeniden başladı, gezegenimiz tekrar masumiyetine kavuştu. “ s.204

 

16 Nisan 2021 Cuma

VAHŞİLERİN CİNSEL YAŞAMI

 Yazar Adı: Bronislaw Malinowski

Basım Yılı:1992

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 478

    Antropolojinin ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesi, XIX. yy’ın başında Bronislaw Malinowski’nin katılımlı gözlem ve dolaysız soruşturma teknikleri ile tanımladığı etnografik metodu ile farklılaşmıştır. Sosyal antropolojide önde yer alıp önemli katkılar sunmuştur. Bir söylentiye göre de ırkçı olduğu bilinir.



 Malinowski, 2 yıl boyunca yerlilerle yaşayıp, onların dilini öğreniyor. Trobliandların, “Kula” adı verilen takas sistemlerini, onların törenlerini ve büyüsel etkinliklerini inceliyor. Yerlilerin cinsel yaşamlarını sırf bedensel ilişkiden çok sosyolojik ve kültürel bir güç olduğunu vurguluyor. Anaya dayalı bir toplum düzeni olduğunu akrabalık ve bütün toplumsal ilişkilerin anaya göre belirlendiğini görüyoruz. Ana soylu, baba yanlı bir toplum olduklarını dile getiriyor. Hukuk sistemleri de bunun üzerine kurulmuş. Çocuğa tek başına annenin hayat verdiğine, babanın hiç bir katkıda bulunmadığına inanıyorlar. Topluluk üçe ayrılıyor; 

 .Reis ve onun anne tarafı akrabaları, 

 .Yerli halk, 

 .Reisin kadınları ve çocukları. 

Erkek asla yemek pişirmiyor, av, savaş, kano yapımı, kara büyü gibi büyülerle uğraşıyor. Kadın ise gebelik ve dişi cadılığa yönelik büyülerle uğraşıyor. Evlilik öncesi cinsel ilişki erken yaşlarda, çalılıklar arasında, oyunla yaşanıyor. 

“Trobriandlılar arasında hem tutku kıskançlığı var hem de daha duygusuz olanı yani hırsa, güce ve sahipliğe dayanan kıskançlık” s.17

“Trobriandlıların cinsel özgürlüğü asla “ahlaksızlık” diye adlandırılıp olmayan bir kategoriye yerleştirilemez” s.333

“zina ağır cezayı hak eden bir suç” s.248

“Vahşi denen insan uygar insana her zaman oyuncak olarak hizmet etmiştir: pratikte kolay sömürü aracı olarak, teoride ise korkunç sansasyonları sağlayan kişi olarak.” s.403

   Araştırma kitabı sevenlere tavsiyemdir. Kitabın sonunda konuyla bağlantılı fotoğraflar var. Görüşünü genişletmek isteyenler mutlaka okusun.

 

 

İLKEL TOPLUMLARDA CİNSELLİK VE BASKI

 Yazar Adı: Bronislaw Malinowski

Basım Yılı:1989

Yayınevi: Kabalcı Yayınları

Sayfa Sayısı: 200

     Bronislaw Malinowski, 1884-1942 yılları arasında yaşamış Polonyalı İngiliz antropologdur. Modern antropolojinin kurucusudur. Avustralya'nın Trobriand adalarının yerlilerini yerinde incelemiş, ritüellerini yakından takip eden birisidir. 1.Dünya Savaşı yıllarında savaş bitene kadar orada kalmak zorunda kalır. Polonyalı olması nedeniyle Polonya’ya dönemez. Mailnowski, aynı zamanda ilkel hayat incelemesinde psikanaliz uygulayan önemli bir kültür  antropoloğudur. Kitaplarında, İlkel kabilelerin seks, evlilik ve günlük yaşam gibi bir çok şeyi nasıl yaşadıklarını anlatır.


   Araştırma kitabı sevenlere, perspektif geliştirmek isteyenlere şiddetle tavsiye ederim. Yazarın işlevsel teorisine göre ahlaki değerler, gelenekler ve inançlar toplumda hayati rol oynar. Kitaptan bir örnek; Erkeklerin toplumdaki en önemli görevi, karısı ve çocukları için değil kız kardeşleri ve evli kız çocukları için patates yetiştirmektir. Çünkü para yerine patates kullanılıyor. Patates, sahibinin toplumdaki yerini belirliyor. 

   Kitabı basit bir okumayla okuyamıyorsunuz. Bunun çok ötesine geçmek gerekiyor. Kafamızda kanıksanmış öğretilerle çok çeliştiği oluyor. Biyolojik yaşamdan kültürel yaşama geçişte ailenin kuruluşunu, sınıfsız toplumda ana soyu ailesini ve aileyi (kültürün beşiği) inceler.Birde bize çocukların ve gençlerin özgür cinsel yaşamını anlatır.

   Kitap 4 bölümden oluşuyor, Bir Kompleksin Oluşumu, Geleneğin Aynası, Psikanaliz ve Antropoloji, İçgüdü ve Kültür kısımları vardır.

Kompleks: çocuklukta edinilen ve genelde bireyin bilinç altında kalan kişisel özelliklerin tümü diye tanımı yapılabilir.

Baskının Psikanalitik anlamı ise kısaca, “ben” in üst ben’in baskısı altında bir duyguyu ya da arzuyu reddetmesi diye tanımlarız.

“Zorlama ve sıkı düzen üzerine kurulu eğitimin olmayışı, çocuk doğasındaki eğilimlerin daha özgürce gelişmesine olasılık tanır.” s.11

   Beri yandan ahlak güçtür, o olmazsa insan kendi güdülerine karşı savaşamaz ya da salt güdüsel yaşamın ötesine bile geçebilir; insan kültür durumunda hatta en basit teknik etkinliklerinde ona durmadan başvurmak zorundadır.

   Bir anne çocuğun babasını nadiren bilir; yam adı verilen festival sırasında hamile kalırlar. Dolayısıyla bu halkta bizdeki “babalık” kavramı yoktur. Babadan beklenen koruma görevini dayı yerine getirir. Baba ancak çocukla oynar sevgi gösterir. “Öedipus komplexi” evrensel bir duygu değil mi? Malinowski, bu öğretiyi sorgulatıyor. Erkeğin anneye olan aşkı ve babayı rakip görmesi evrensel bir durum değil mi? Dahası Freud babasoylu toplumu göz önüne alarak dayı-yeğen ilişkisini hesaba katmaması. İnsanların sosyo-ekonomik düzeylerine göre burjuvazi bir kimlik üzerinden inşa etmesi, kuramın açık yanlarını gösterir.

   Anaerkil toplumda cinsellik tabu nesnesi değildir, çıplaklık tabuya çarpmaz. Fakat ataerkil toplumda cinsellik bastırılır ve adeta tabudur. Mesela yazar oradaki insanların seyrek rüya gördüklerini, gördüklerinin de çok önemsiz şeyler olduğunu belirtmiş. Freud’un rüyalar hakkında yaptığı analiz ise yaşanmayan duygular ve arzular bilinç altına itilir ve rüyalar aracılığı ile ortaya çıkar... Demek ki anaerkille babaerkil toplumdaki ayrımı belirleyen şey biyolojik değil toplumsal etkenler. Yazar son bölümde de hayvanlarla insanlar arasındaki ayrıma açıklık getirmiş. “İnsanı yaratan akıl ve güdü değil gelenektir.”

 Kitaplarla diğer insanlara, diğer coğrafyalara, yaşamlara yolculuk etmeliyiz. Bu olağanüstü bir his. Okuyun.

 

 

 

14 Nisan 2021 Çarşamba

FRANSIZ TEĞMENİN KADINI

 Yazar Adı: John Fowles

Basım Yılı: 2021

Yayınevi: Ayrıntı

Sayfa Sayısı: 445

 

   John Fowles  (1926-2005) İngiliz edebiyatının en iyi yazarlarından biri. ”Gerçekten yazmak istiyorsanız bütün sevdiklerinizi öldürmeniz gerekir” diyen yazar. Postmodern romancıların öncüsü, yayınlanan ilk eseri “Koleksiyoncu”  ile büyük üne kavuşmuştur. Kendini tamamen yazarlığa adamış, ticari başarıları da olmuştur. Fransız Teğmenin Kadını kitabının filmi de çekilmiş ilk fırsatta izleyeceğim. Time dergisi de 2005’de en iyi 100 romandan biri olarak  ilan etmiş. Roman kadın olmayı, var olmayı anlatıyor daha çok.



   Fowles, dünya tarihinin en tutucu dönemlerinden biri olan Viktorya döneminde, aykırı bir aşk öyküsü anlatıyor. Kadınların görevlerinin boyun eğme ve çocuk yapmayla sınırlı olduğu bir dönem. Romanın kadın kahramanı Sarah, sevgiye ve özgürlüğe olan tutkusuyla merkezde duruyor. Erkek kahraman Charles ise aristokrat ama ondan beklenenler arasında dengeyi tutturamayan bir karakter. Çağının toplumsal statüsünün yükünü taşımakta zorlanan ve  özgürlüğü arasında seçim yapmak zorunda kalan biri. Romanda; gizem ve cinsellik, aykırı aşk, Tanrı ve doğa ikiliği var. Fosillerden, Darwin den, Londra’dan, tutuculuktan, eski fikir ve düşüncelerle yeni gerçeklik ve yeni nedensellikten, varoluş ve özgürlükten, dönemin sosyal ve ekonomik sömürüsünden, sınıf çatışmalarından bahsedilir. Edebiyat ve düşünce tarihini, roman boyunca okuruz. Viktorya dönemi ile başlar, varoluşun sıkıntı ve sorunlarını dile getirir. Zaten bu dönem başlı başına bir karakterdir adeta. Romanda geçen mekanların tasviri bile karakter gibidir. Fowles, bağlantıları her bölüm başındaki alıntılarla yapar ve uyumludur. Roman bir geçiş dönemi romanıdır. Meraklısı okusun.

   Kurgu çok iyiydi, üst kurmaca var, anlatım çok katmanlı, alternatif sonlar sunuyor okuyucuya. Çok çok keyif aldım, gerildim kimi zaman. Beni nakavt etti.Okuyun mutlaka.

Kaderimizi seçtiğimiz tanrılar belirler” s.161

“Ona aşık mısın?

Aşk mı? Bilmiyorum… Her ne ise kalbimi rahatça başka birine sunmamı engelliyor.” s. 395

 

 

12 Nisan 2021 Pazartesi

BU DA GEÇER

 Yazar Adı: Ece Temelkuran

Basım Yılı: 2020

Yayınevi: Everest

Sayfa Sayısı: 174

 

   Ece Temelkuran, 1973 İzmir doğumlu, gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmış, siyasi ve edebi yazılar yazan, ödülleri olan, sevdiğim ama en çok da kadın olmasını ve bizi yazmasını sevdiğim, güçlü yazarlardan biridir. Müthiş fikirlere sahip, zeki, birikimli bir yazar. Düğümlere Üfleyen Kadınlar, Muz Sesleri, Devir ve Bütün Kadınların Kafası Karışıktır kitaplarıyla tanımıştım.



   Bu da Geçer nefis bir deneme kitabı olmuş. Kitap, 2 bölümden oluşuyor: “Gürültüde” ve “Sıradanlığın Kötülüğü” ve en başında okura mektupla başlıyor.

”deli bir gürültü var. Sadece memlekette değil, dünyada… Kerterizi kaybettik… İyi ne kötü ne doğru ne yanlış ne hepsi birbirine karıştı. Bu keşmekeşte haliyle bize de bir şeyler oluyor, değişiyoruz, bozuluyoruz… Bozulmamaya çalışıyoruz. Delirmemeye çalışıyoruz… Delirenlerimizde oluyor.” bunları anlatıyor, kitap da. Gürültüde İnsan Kalmak, Gürültüde Kadın Olmak, Gürültüde Utanmak, Gürültüde Kaçmak. Gürültüde Fısıldamak.…gibi bir takım yazılardan oluşuyor. Kimisi Kafkaokur ve Ot dergisinden kimisi de İngilizce yazdığı yazıların çevirisi. Demokrasiyi, gururu, onuru bir de ondan dinleyin. Keyifli okumalar.

“Fısıltı sızar, bağırmak zamanda durur…

Bağırmaya kapı pencere kapatılır belki ama fısıltı duvarlardan sızabilir. Çünkü kim olursa olsun, kral bile fısıldayanların ne dediğine kulak kesilir.” s.33

“Yine mi enayi yerine koyacak seni hayat? Yine mi kızacaksın kendine umutlandım diye? Umut adlı o yakışıklı filinta seni yine mi aldattı?” s.25

“Binlerce evde, sayısız uzun ilişkide kış uykusuna yatıyor sevmek, hayatın eften püften meşguliyetlerinden bir battaniyeyi üzerine çekerek. O kadar derin uyuyor ki bazen öldü sanıyorsun. “ s.114

 

 

11 Nisan 2021 Pazar

TEFTİŞ

 Yazar Adı: Josh Malerman

Basım Yılı: 2019

Yayınevi: İthaki

Sayfa Sayısı: 444

 

   Josh Malerman, (1975-…) Amerikalı roman , öykü yazarı. YRICA The High Strung isimli rock grubunun solist ve söz yazarı. En bilinen eseri Kafes, Netflix'de de filme uyarlanan kitabını okumadım. Yazarla Teftiş kitabıyla tanıştım.



  Teftiş, insanların dehaya ulaşmak için bir deney yürüten 2 bilim insanının hikayesini anlatıyor. İnsanları bilimden, sanattan uzaklaştıran, dehaya ulaşmasının engelleyen şeyin karşı cinse ilgi olduğunu varsayıyorlar. Bu varsayımla, bebeklikten aldıkları çocukları her şeyden izole edilmiş bir okulda yetiştiriyorlar. Karşı cinsin varlığından haberleri olmadan bir ormanda kulelerde yaşıyorlar. Sanatla, bilimle, sporla ilgili eğitim alıyorlar. Alfabe Oğlanları ve Harf Kızları denilen bu 12 yaşındaki çocuklarla başlıyor kitap. Hikayenin çatışma bölümü ise Alfabe oğlanlarından J ile Harf kızlarından K ile karşılaşmalarıdır.

  Kurgu iyiydi, distopik bir kitap, gerilimi hissettiriyor ama ben okurken yer yer sıkıldım. Her bölümde bir rutinlik vardı. Psikolojik gerilim türü olabilir. Çok korku türüne girmiyor bence. Sonuç olarak, bastırılmış duyguların ve aşırı kontrolcülüğün, aklın ve bedenin doğasına karşı konulamayacağını  gösterdi.

 “Yücelik ona bakanın gözüne hoş görünmez. Dünyanın en büyük düşünürlerinin suratlarını incele. Orada iyimser bir yılgınlık göreceksin. Bu yorgunluktur. Bu sana öğrettiğim son şey olsun, Brad: Yorgunluğunu getiren durağanlık değildir. Onu elde etmek için kıpırdaman gerekir. Ve o devinim suratında endişe çizgilerinin belirmesine, saçlarının seyrelmesine, eskiden parıldayan gözlerinin üzerine travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip kimselere özgü bir tabaka inmesine neden olur. Söyle bana Brad sen hangisini tercih edersin? Kolaylıkla okunabilen alelade bir surat mı yoksa en kutsal yerinin kapısını çalıp duran bir adamın kanlı eklem yerlerini mi?” s.31

“Hepinizin bir yazım tarzı vardır, birde sahip olmak istediğiniz yazım tarzı. Aklınızdan geçen şeylerin yazamayacağınız kadar çılgınca olduğunu düşünürsünüz ama asıl yapmanız gereken şey, kendinizi utandırmaktır… çılgınca davranmaktır. Tüm bu utanç zırvalıklarının sonunda en başından beri yazmak istediğiniz şeye kavuşursunuz.” s.89

 

KÜLLERİN GÜNÜ

 Yazar Adı: Jean Christophe Grange

Basım Yılı:2021

Yayınevi: Doğan Kitap

Sayfa Sayısı:280

   Karanlığın unsurlarından biri olan tarikatlar evreninde akıl almaz suçların ve cinayetlerin işlendiği bir Grange romanıyla maceraya başlıyoruz. Huysuz  Niemans ve küçük Slav İvana kahramanlığında, Tebliğcilerin yaşadığı bir bölgede işlenen bir cinayet konu alınıyor. Bu kez İvana, bağ bozumu için mevsimlik işçi kılığında bölgeye  girer. Niemans dışarıdan, Ivana içeriden bu “masum” topluluğun sırlarını açığa çıkarmaya çalışırlar.

   Tebliğciler; bu topluluk Fransa topraklarında ayrı bir cumhuriyet. Bu topluluğun üyelerine Anabaptistler de denmektedir. Bu topluluğun bir lideri yok. Ünlü olmalarının en önemli sebebi olan şaraplarını “dış dünya” ya satarak geçinmelerine rağmen, kendi yasalarını ve düzenlerini kurmuşlar. Tebliğciler kendilerini tamamen Tanrıya adamış “sevgi dolu” topluluk. Hatta onlara sorarsanız şiddetin ne olduğunu bilen kimse yok aralarında . Kavga etmeyi bile bilmezler. Kulağa hoş geliyor…

   Heyecan veren bölüm bu kitabında da kısaydı. Katili bulmak için verilen çaba oldukça azdı. Grange’den alıştığımız sürprizler ve göz alıcı teknik bilgiler yoktu. Çok sade kalmış kitap. Betimlemeleri için seçilen zeki cümleler, dini motifli kurgular, son sayfasına kadar okuyucuyu bağlamasıyla olağanüstü bir yazar benim için hala..

  “Yuhanna incilinde İsa şöyle der.” Bir kimse bende kalmazsa, asma dalı gibi dışarı atılır ve kurur; bunlar toplanır, ateşe atılır ve yakılır.” İsa bizim hasadımızdır anlıyor musun? Artık gerekli olmayan her şey yakılır. Ertesi günü bağlar külle kaplanır. İşte o zaman biz bu bağ bozumu için Tanrı’ya şükredebiliriz ve gelecek yılki bağ bozumu için dua edebiliriz. Bugün “küllerin günü “ olarak adlandırılır.” s.152

“Niemans, arabasından inip kiliseye doğru yürüdü. Tuhaf bir şekilde kendini güçlenmiş ve canlanmış hissediyordu. Burada Tanrısını buluyordu, çocukluğu boyunca ona telkin edilmiş ve onun gözündeki güven verici etkisi hala devam eden Tanrı’yı. Onun bu duygusunu pekiştirmek ister gibi çanlar çalmaya başladı. Bir anda manevi bir duygu çatıların üzerinden, duvarlardan, eşiklerin altından dökülüyormuş gibi geldi ona. Dünya birden yeniden uyuma, evrensel tutarlılığa kavuşuyordu. Resimlerle, heykellerle, altın rengi ve kırmızı kıyafetler giymiş din adamlarıyla dolu çocukluğunun uyumu.” s.153

“Tebliğciler: 16.yy. da, vaftiz onları fiziksel olarak değiştirdi. Kurtarılmışlar, bir görevi miras edinmişlerdi: saf ve yeni bir soy geliştirmek. Bir tür Tevrattaki Adem’in reboot edilmesi..

Kelimenin tam anlamıyla yeniden üremeye kara verdiler. Kuşaklar boyunca tek ve aynı insana dönüşmeye. Klonlar, istersen böyle de diyebilirsin. Hep aynı DNA ya sahip olarak üremek için ensest yapıyorlardı. Bu hayvan yetiştiriciliğinde çok iyi bilinen bir tekniktir. Mesela bir at soyu içinde bir kalite geliştirmek istendiğinde, en iyi yöntem kısrağı kendi tayıyla çiftleştirmektir. Ensest yasasını tebliğciler umursamıyor.” s.238

“Tek bir kişiyi özlerseniz her yer ıssızlaşır.” s.164

“Masumiyet insanoğlu için sürekli meydan okumadır.” s.278

“Gecenin bu saatinde, böyle bir hiçlik içinde, en kötü düşman umutsuzluktu.”

 

"Bu gizemli soy ağacına el koymak gerekiyordu. Hep kendine dönen, birbirini boğan dallarıyla biçimsiz bir ağaç. Katili harekete geçiren dürtü de buydu.” s.238