Yazar
Adı: Alain de Botton
Basım
Yılı: 2009
Yayınevi:
Sel Yayıncılık
Sayfa
Sayısı: 300
Alain de Botton, Yahudi asıllı yazar ve
televizyon yapımcısı,1969’da İsviçre’de doğdu. Kitaplarında, edebiyat ile
hayatı başarıyla yorumlayan ve çeşitli kavramları felsefi tarzda işleyerek
onları gündelik yaşamla ilişkilendiren, halen Londra’da yaşayan ve tüm dünyada günümüzün
en sevilen yazarlarından biri olmayı sürdüren biridir. Felsefeyi güler yüzlü ve
anlaşılır bir hale dönüştüren yazar kitapların da hem kendi deneyimlerine hem
de büyük sanatçıların ve filozofların düşüncelerine yer verir.”Günlük yaşamın
filozofu” olarak nitelendirilen Botton’un 8 kitabı vardır. Daha önce Statü
Endişesi kitabıyla tanımıştım yazarı. “Statü endişe”sinin tarihsel öyküsünü ve
tarih boyunca bu endişeyi yenmeye çabalamış hareketleri, incelemiştir.
Mutluluğun Mimarisi, 2006 yılında
yayınlandı. Bu kitabında yazar, farklı yapıda binalar, duvarlar, ev eşyaları ve
çevre düzeniyle çevrili olan hayatımızda mimari ve mutluluk arasındaki bağı
incelemiş. Kendisi mimar olmamasına karşın öğrendiği genel bilgilerle mimariyle
ilgili iyi tespit ve eleştirilerde bulunuyor. İnsanı bilinçlendiren bilgiler
sunuyor. Modern sanat eserleri, mimari kitaplardan alıntılar, bazı mimarların
çalışmalarından alıntılarla anlatmak istediklerini çok güzel bir üslupla
pekiştiriyor. Kitap bir sohbet havasında akıp gidiyor.
Yazar ilk kısım da mimarinin önemine giriş
yapar, sonrasında binalarımızı hangi üsluba göre inşa edeceğiz?
Le Corbusier’ye göre, bir evin temel işlevleri şunlardı:
Le Corbusier’ye göre, bir evin temel işlevleri şunlardı:
1)
Sıcağa, soğuğa, yağmura, hırsızlara ve meraklı komşulara karşı koruma sağlamak.
2)
Bol miktarda güneş ve ışık almak,
3)
İçinde yaşayanlara yemek yiyebilecekleri, çalışabilecekleri ve kişisel
işlerinin görebilecekleri odalar sunmak. s.65
Modernizm akımından etkilenen mimarlar ise
yaptıkları binaların bir şeyler anlatmasını istiyorlardı. Fakat 19. Yüzyılı,
ayrıcalıkları, aristokratların yaşam biçimlerini, Orta çağı değil geleceği, hızı
ve teknolojiyi, demokrasi ve bilimi anlatmak istiyorlardı.
Konuşan binalar kısmında, “Siyasi ve ahlaki
düşüncelerimizi pencere çerçeveleri, kapı kolları aracılığıyla başka insanlara
ulaştırabiliriz. Taş bir kaidenin üzerinde duran soyut bir cam kutu, huzurlu
bir yaşama ve uygarlığa yazılmış bir methiye olabilir.” s. 104
İdeal Yuva, bir yere yuva diyebilmemiz için
o yerde ille de uzun zaman oturmamız, giysilerimizi, eşyalarımızı orada
saklamamız gerekmiyor. Bir hava alanı, bir kütüphane bir bahçe hatta otoyol
kenarındaki bir lokantayı bile yuvamız gibi görebiliriz.
“Çevremize duyduğumuz hassasiyetin temelinde
insan ruhunun rahatsız edici bir özelliği yatıyor olabilir: İçimizde bir tek
ben değil birçok farklı ben var. Bunlardan bazıları “bize” hiç benzemiyor. Kişiliğimizde
gerçek “biz” i temsil ettiğini düşündüğümüz o yaratıcı ve özgür yan öyle her
istediğimizde ortaya çıkmıyor. İçinde bulunduğumuz bazı ortamlar, tuğlaların
rengi, tavanın yüksekliği, sokakların güzelliği ona ancak belirli oranda
yaklaşmamıza olanak veriyor.” s.117
Esasen beni etkileyen kısım Binaların
Erdemleri kısmıydı. Yine alıntılar yapacağım.
”Ortaçağ insanına göre katedral, Tanrının
yeryüzündeki eviydi. Cennet bahçesinin güzelliği bir katedralin geometrik
formlarıyla yeniden hayat buluyordu. Vitraylı camlardan katedralin içine
süzülen ışık öte dünyada bizi saracak ışığın habercisiydi. Katedralleri
gezerken laiklik anlayışımıza, akılcılığımıza ters düşen hislere kapılabiliriz.
Tanrının yüceliği karşısında ne kadar küçük ve aciz olduğumuzu fark edebilir
ona secde etmek gibi son derece tuhaf ve utanç verici bir arzu duyabiliriz.
Katedral mimarları da katedrali inşa ederken tam da bunu yapmaya çalışıyor,
kendi kendimize yetmediğimiz duygusunu uyandırmak istiyorlardı.” s. 126
”Mimaride sanatı idealize etme kuramının
etkisiyle propaganda diye nitelenebilecek ürünler başladı. Propaganda sözcüğünü
duyunca irkiliyoruz çünkü seçkin sanatın tüm ideolojilerden bağımsız olması
gerektiğini düşünüyoruz. Fakat propaganda terimi herhangi bir doktrin ya da
inançlar bütününün tanıtılması anlamına gelir. İğrenç siyasi ve ticari amaçlara
hizmet için kullanılması sözcüğün hatası değildir. Yalnızca talihsizliktir. Bir
sanatçı yarattığı yapıtın özelliklerini kullanarak bizi herhangi bir şeye doğru
yönlendiriyorsa ( zihnimizi açmaya çalışıyorsa) o yapıt bir propaganda aracıdır
diyebiliriz.” s. 160
”Bir toplum kendinde ne eksikse sanatında
onu görmek istiyordu. Uyum durağanlık, ritm gibi unsurları içinde barındıran
soyut sanat; dinginlik arayan, kanun ve düzenden yoksun toplumlara çekici
geliyor; ideolojileri sürekli değiştiği, bireylerin fiziksel tehlikelere karşı
hep tetikte olduğu dönemlerde, toplumun imdadına soyut sanat koşuyordu.
Filozoflar insanlarda nelerin erdem olduğunu
belirleyebiliyorsa bizde cömertlik, tevazu, dürüstlük ya da nezaket gibi
erdemlerin, mimaride hangi kavramlara denk düşeceğini araştırarak binaların
erdemlerini belirleyebiliriz. Doğru oranlara ama yanlış malzemeler kullanarak
inşa edilmiş bir binanın cesur ama sabırsız, kavrayışı kıt bir insandan farkı
yoktur. S. 194
Düzen arzusu aslında yaşama arzusundan başka
bir şey değildir.
Biz insanlar yarı bilinçli olarak kendi iç
dinamiklerimizi binalarda görmek, binaların sunduğu karşıtlıkları kendi
kişiliğimizdeki çatışmalarla özdeşleştirmek isteriz. s. 220
Ulusal
mimari kimlikte genel olarak ulusal kimlikte ülkenin toprağından doğar. Fakat
bunları toprak zorunlu kılmaz. Bir ülkenin tarihi, kültürü, iklim koşulları ve
coğrafyası mimarlara binalarını yaparken kullanabilecekleri tema seçenekleri
sunar yalnızca.
Son Kısım Toprağın Vaat ettikleri, “Bakir
topraklar üzerine yaptığımız evler bu toprakların sunduğu güzellikten daha
fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde en
ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz
üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara ağaçlara, solucanlara…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder