28 Nisan 2019 Pazar

MAHCUBİYET VE HAYSİYET



Yazar Adı: Dag Solstad
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Sayfa Sayısı: 106

   Dag Solstad, Norveçli yazar. Kitap, 1994’de yayınlanmış. Yazarın Türkçeye çevrilen tek kitabıdır. Daha yayınlanan kitapları olmuş fakat çevirisi olmamış, Kuzey Avrupa Edebiyat ödülünün sahibi olmuş yazardır. Ülkesinde aykırı ses çıkaranlardan biri olarak görülmesine rağmen her zaman saygı görmüş ve kıymeti bilinmiş bir yazar.


   Kitap, 1960’ların sonu 70’ler ve 80’lere kadar Oslo’da yaşayan, kendi halinde bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla’nın 1 gününü anlatır. Elias, toplumsal olaylara ilgi gösteren sıradan bir Norveç vatandaşı; gazete ve kitap okuyor, televizyon seyrediyor, düşünüyor ve her gün lisedeki işine gidiyordu. Hayatın hiç bir alanında ön plana çıkmamıştı. Üstünlük göstermek gibi bir düşünceye de hiçbir zaman sahip olmadığından, bundan da rahatsızlık duymuyordu. Ne var ki görünüşte küçük bir olay (yağmurda şemsiyesinin açılmaması gibi) hiç beklenmedik bir krizi tetikleyecekti. Elias, hayatında derin izler bırakmış bir dostluğun hikayesine dönecek, evliliğini ve kendisini, içinde yaşadığı toplumu sorgulamaya başlayacak. Romanın sonuna kadar çok yönlü ve çetin içsel hesaplaşma vardır.
   Yazar, önce Elias’ı bizden uzak tutuyor, sevmiyorsunuz; sonra düşünceleriniz yavaş yavaş değişiyor. Bu durumu, yazarın ustalıkla yaptığı bir kıvraklık olarak görüyorum.
   Mahcubiyet ve haysiyet, kısa ama çok kolay okunmayan, bol tekrarlı ve mesafeli bir dille yazılmış bir kitap. Eser bölümlere ayrılmamış, bazı cümleler ve paragraflar çok uzun.
   “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi elinden aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.” s.9
  ”Düşmüştü artık, bundan geri dönüş yoktu, kalkmaya da gönlü yoktu hatta gelip kaldırsalar bile kalkamayacaktı.” s.32


26 Nisan 2019 Cuma

ÖLÜLER DİYARI



Yazar Adı: Jean Christophe Grange
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı:462

   Jean Chiristophe Grange, 1961 Paris doğumlu, Fransız polisiye-gerilim yazarıdır. Serbest gazeteci olarak haber ajansları ve gazetelerde çalışmıştır. Yazdığı romanların çoğunu okudum. Romanlarında bilgiye dayalı pek çok öge bulunmaktadır. Hem bu kadar bilgiye sahip olması hem de müthiş hayal gücü ile olayları birbirine bağlaması karşısında zekasına hayran olduğum, polisiye- gerilimi mükemmel yazan bir romancı olması beni çok etkilemiştir. Araştırmacı ruhu, akla gelmeyecek işkenceler, silahlar, araba markaları romanlarının parmak izidir. Sıkıcılıktan uzak detaylar ve gözlemciliğiyle tamamlar kitaplarını. Tek solukta bitirebileceğiniz bir kitaptır. Kitaplarındaki bölüm geçişlerini harika ayarladığı için okumayı bırakmanız mümkün değildir. Ayrıntılar, kurgu ve anlatım olarak hızlı akan, derin ve şaşırtıcı sonlar, gizem seviyorsanız mutlaka okuyun.


   Cinayet Büro Amiri Corso ve ekibi, striptizci kızların cinayetlerini araştırma görevini üstlenirler. Katil, striptiz kulübünde çalışanları hedef almış ve alışılmadık yöntemler kullanarak kurbanlarını canice öldürmüştür. Corso’nun araştırmaları bir sonuç verir ve karşısına eski mahkum ve yeni ressam Soboeski’yi çıkarır. Soboeski’nin sözde resimleri ressam Goya’nın tarzını çağrıştırır. Corso’nun Soboeski ile düellosu oradan başlar.
   Kitap 3 bölümden oluşuyor. İlk bölümde cinayetler ayrıntılı bir şekilde anlatılır. 2. Bölümde kötülükle ve Goya ile tanışırız. 3. Bölümde ise, ters köşe yaşadığımız bölümdür. Grange romanı hazzını yaşattığı esas bölümdür. Ölüm ve kanın bir sonu gelir.
Alıntılar:
“Ahlaksız davranışlara kendini dizginleyen, içe dönük kişilerde rastlanır. Kötülüğü oluşturan ahlaksızlıktan çok ahlaktır.” s.17
“Her sigara da, hayatından birkaç saniyeyi yakıyormuş hissine kapılıyor tuhaf bir şekilde bundan az da olsa keyif alıyordu.” s.122
“Bir kadın yaşlanabilir. Ama duyguları saflığını korur.”s. 203
“Corso, nihilist bir düşünceyle işini yapmıştı.: Suçluları yakalıyor, azami kanıtı yargıca teslim ediyordu. Ama sonra… Suçlunun iyi bir avukatı tutacak parası olmasına ya da olmamasına göre yargı kararı bütünüyle değişiyordu. Adaletin bir adamın becerisine, birinin kızgınlığına ya da sadece o gün havanın yağmurlu olmasına bağlı oluşunu kabullenemiyordu.”
   Kitabı okuyunca:
Francisko Goya ve resimlerinden haberim oldu,
Kaiken kitabında anlattığı Japon kültürüne bu kitabında da yer vermiş. Şibaki tekniği ve Butoh dansları.
BDSM kültürüne de bolca yer vermiş. Daha önce “Grinin Elli Tonu” kitabında daha yüzeysel okumuştum fakat bu kitapta işin felsefesiyle birlikte anlatılmış. (BDSM: rızaya bağlı esaret ve disiplin temelinde, itaat hakimiyeti, sadizm ve mazoşizmi kapsar. Sadece seksle ilgili değildir. Tam aksine bir kişilik ve yaşam formudur.)
 Sona yaklaşmadan önce katilin kim olduğu anlaşılmasına rağmen amacını en son öğreniyorsunuz.
  Grange’nin kitaplarının özeti ve yorumunda çok zorlanırım hep. Yazarın nasıl bu kadar iyi yazdığını, kafasında oluşturduğu kurgunun bu kadar mükemmel olmasına ve keskin zekasına hep hayran oldum. Mükemmel bir Grange kitabıdır. Polisiye- gerilim sevenlere efsane bir kitaptır. Tavsiye ederim.


18 Nisan 2019 Perşembe

MUTLULUĞUN MİMARİSİ



Yazar Adı: Alain de Botton
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: Sel Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 300

   Alain de Botton, Yahudi asıllı yazar ve televizyon yapımcısı,1969’da İsviçre’de doğdu. Kitaplarında, edebiyat ile hayatı başarıyla yorumlayan ve çeşitli kavramları felsefi tarzda işleyerek onları gündelik yaşamla ilişkilendiren, halen Londra’da yaşayan ve tüm dünyada günümüzün en sevilen yazarlarından biri olmayı sürdüren biridir. Felsefeyi güler yüzlü ve anlaşılır bir hale dönüştüren yazar kitapların da hem kendi deneyimlerine hem de büyük sanatçıların ve filozofların düşüncelerine yer verir.”Günlük yaşamın filozofu” olarak nitelendirilen Botton’un 8 kitabı vardır. Daha önce Statü Endişesi kitabıyla tanımıştım yazarı. “Statü endişe”sinin tarihsel öyküsünü ve tarih boyunca bu endişeyi yenmeye çabalamış hareketleri, incelemiştir.
   Mutluluğun Mimarisi, 2006 yılında yayınlandı. Bu kitabında yazar, farklı yapıda binalar, duvarlar, ev eşyaları ve çevre düzeniyle çevrili olan hayatımızda mimari ve mutluluk arasındaki bağı incelemiş. Kendisi mimar olmamasına karşın öğrendiği genel bilgilerle mimariyle ilgili iyi tespit ve eleştirilerde bulunuyor. İnsanı bilinçlendiren bilgiler sunuyor. Modern sanat eserleri, mimari kitaplardan alıntılar, bazı mimarların çalışmalarından alıntılarla anlatmak istediklerini çok güzel bir üslupla pekiştiriyor. Kitap bir sohbet havasında akıp gidiyor.


  Yazar ilk kısım da mimarinin önemine giriş yapar, sonrasında binalarımızı hangi üsluba göre inşa edeceğiz? 
Le Corbusier’ye göre, bir evin temel işlevleri şunlardı:
1) Sıcağa, soğuğa, yağmura, hırsızlara ve meraklı komşulara karşı koruma sağlamak.
2) Bol miktarda güneş ve ışık almak,
3) İçinde yaşayanlara yemek yiyebilecekleri, çalışabilecekleri ve kişisel işlerinin görebilecekleri odalar sunmak. s.65
   Modernizm akımından etkilenen mimarlar ise yaptıkları binaların bir şeyler anlatmasını istiyorlardı. Fakat 19. Yüzyılı, ayrıcalıkları, aristokratların yaşam biçimlerini, Orta çağı değil geleceği, hızı ve teknolojiyi, demokrasi ve bilimi anlatmak istiyorlardı.
 Konuşan binalar kısmında, “Siyasi ve ahlaki düşüncelerimizi pencere çerçeveleri, kapı kolları aracılığıyla başka insanlara ulaştırabiliriz. Taş bir kaidenin üzerinde duran soyut bir cam kutu, huzurlu bir yaşama ve uygarlığa yazılmış bir methiye olabilir.” s. 104
   İdeal Yuva, bir yere yuva diyebilmemiz için o yerde ille de uzun zaman oturmamız, giysilerimizi, eşyalarımızı orada saklamamız gerekmiyor. Bir hava alanı, bir kütüphane bir bahçe hatta otoyol kenarındaki bir lokantayı bile yuvamız gibi görebiliriz.
 “Çevremize duyduğumuz hassasiyetin temelinde insan ruhunun rahatsız edici bir özelliği yatıyor olabilir: İçimizde bir tek ben değil birçok farklı ben var. Bunlardan bazıları “bize” hiç benzemiyor. Kişiliğimizde gerçek “biz” i temsil ettiğini düşündüğümüz o yaratıcı ve özgür yan öyle her istediğimizde ortaya çıkmıyor. İçinde bulunduğumuz bazı ortamlar, tuğlaların rengi, tavanın yüksekliği, sokakların güzelliği ona ancak belirli oranda yaklaşmamıza olanak veriyor.” s.117
    Esasen beni etkileyen kısım Binaların Erdemleri kısmıydı. Yine alıntılar yapacağım.
   ”Ortaçağ insanına göre katedral, Tanrının yeryüzündeki eviydi. Cennet bahçesinin güzelliği bir katedralin geometrik formlarıyla yeniden hayat buluyordu. Vitraylı camlardan katedralin içine süzülen ışık öte dünyada bizi saracak ışığın habercisiydi. Katedralleri gezerken laiklik anlayışımıza, akılcılığımıza ters düşen hislere kapılabiliriz. Tanrının yüceliği karşısında ne kadar küçük ve aciz olduğumuzu fark edebilir ona secde etmek gibi son derece tuhaf ve utanç verici bir arzu duyabiliriz. Katedral mimarları da katedrali inşa ederken tam da bunu yapmaya çalışıyor, kendi kendimize yetmediğimiz duygusunu uyandırmak istiyorlardı.” s. 126
  ”Mimaride sanatı idealize etme kuramının etkisiyle propaganda diye nitelenebilecek ürünler başladı. Propaganda sözcüğünü duyunca irkiliyoruz çünkü seçkin sanatın tüm ideolojilerden bağımsız olması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat propaganda terimi herhangi bir doktrin ya da inançlar bütününün tanıtılması anlamına gelir. İğrenç siyasi ve ticari amaçlara hizmet için kullanılması sözcüğün hatası değildir. Yalnızca talihsizliktir. Bir sanatçı yarattığı yapıtın özelliklerini kullanarak bizi herhangi bir şeye doğru yönlendiriyorsa ( zihnimizi açmaya çalışıyorsa) o yapıt bir propaganda aracıdır diyebiliriz.” s. 160
   ”Bir toplum kendinde ne eksikse sanatında onu görmek istiyordu. Uyum durağanlık, ritm gibi unsurları içinde barındıran soyut sanat; dinginlik arayan, kanun ve düzenden yoksun toplumlara çekici geliyor; ideolojileri sürekli değiştiği, bireylerin fiziksel tehlikelere karşı hep tetikte olduğu dönemlerde, toplumun imdadına soyut sanat koşuyordu.
   Filozoflar insanlarda nelerin erdem olduğunu belirleyebiliyorsa bizde cömertlik, tevazu, dürüstlük ya da nezaket gibi erdemlerin, mimaride hangi kavramlara denk düşeceğini araştırarak binaların erdemlerini belirleyebiliriz. Doğru oranlara ama yanlış malzemeler kullanarak inşa edilmiş bir binanın cesur ama sabırsız, kavrayışı kıt bir insandan farkı yoktur. S. 194
  Düzen arzusu aslında yaşama arzusundan başka bir şey değildir.
  Biz insanlar yarı bilinçli olarak kendi iç dinamiklerimizi binalarda görmek, binaların sunduğu karşıtlıkları kendi kişiliğimizdeki çatışmalarla özdeşleştirmek isteriz. s. 220

   Ulusal mimari kimlikte genel olarak ulusal kimlikte ülkenin toprağından doğar. Fakat bunları toprak zorunlu kılmaz. Bir ülkenin tarihi, kültürü, iklim koşulları ve coğrafyası mimarlara binalarını yaparken kullanabilecekleri tema seçenekleri sunar yalnızca.
   Son Kısım Toprağın Vaat ettikleri, “Bakir topraklar üzerine yaptığımız evler bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara ağaçlara, solucanlara…”




12 Nisan 2019 Cuma

ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA Uygarlıklarımız Tükendiğinde



Yazar Adı: Amin Maalouf
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı: 215

   Amin Maalouf, Lübnanlı yazar. Çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini yapıtlarında başarıyla işleyen, kitabın çevrildiği dillerde de büyük başarılar kazanan, 1976’dan beri Paris’te yaşayan, ekonomi ve toplum bilimcidir. Vaktinin çoğunu kitap yazmaya ayırmaktadır.

   Çivisi Çıkmış Dünya, bir deneme kitabıdır. Farklı zamanlarda yazılmış, bir deneme değil düşünsel bir bütünlüğe sahip, muhteşem kitaptır.
   Kitabın içinde; Doğu, Batı, Avrupa Birliği, ABD, Arap-İslam, Müslümanlık, Hıristiyanlık, azınlık, Berlin duvarı, Soğuk savaş, göç, göçmenlik, uygarlık, laiklik, şiddet, demokrasi, “Ortadoğu Sorunu” gibi pek çok can alıcı kavramları, sorunları dile getirmiş; kendi öznelliğinde çözümleme ve değerlendirmeleri bulunmaktadır.
   Kitap 3 bölümden oluşur.
I.   Aldatıcı Zaferler
II.  Yoldan Çıkmış Meşruiyetler
III. Hayali Gerçeklikler
   Sonsöz: Çok Uzun ve Tarih Öncesi
  ”Zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımızdır.” s.12
  ”Şu veya bu şekilde dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, Küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. Gelgelelim, yükselen denizi hiç dert etmeden sövüp saymayı, kavga etmeyi sürdürüyoruz.” s. 10
 Küresel ısınmadan bahseder.
  ”Soğuk savaşın sonunda, Batılılar ile İslamcıların acımasızca çatışacağı tahmin edilebilirdi. Fitili tutuşturabilecek bölge açıkça belliydi: Afganistan.” s.23
  ”Korku yönetimiyle yaklaşık 30 yıl hüküm süren, kendi halkının kanını döken, petrolden gelen parayı askeri ve lüks harcamalarına saçıp savuran; komşularını işgal eden, devletlere meydan okuyan; Arapların alkışlarını alan eli kanlı bir zorba vardı: Saddam Hüseyin! Ardından ülke karmaşaya sürüklendi, tarikatlar birbirini katletmeye başladı. Sanki şöyle demek isteniyormuş gibi: Görüyorsunuz ya böylesi bir halkı zapt etmek için ancak bir diktatör gerekir! “ s.26
    Arap alemi hangi değerleri savunmaktadır? Neyin savaşını vermektedir?
  ”Ama tarih ideologların düşlediği gibi yumuşak başlı ve bilge bir bakire değildir.” s.31
  ”Doğal kaynaklar üstündeki baskı- özellikle petrol, tatlı su, ham maddeler, et, balık, tahıl vb- ile üretim alanlarının denetimi mücadelesi; kimilerinin elindeki doğal zenginlikleri korumak için canla başla çabalaması, kimilerinin de onların kaynaklarını ele geçirmek için uğraşması, kanlı çatışmaya yol açıyor.” s.35
   2003’te ABD Dış işleri Bakanı Colin Powell, Irak işgalinden önce başkana uyarı olarak şöyle söylediği söylenir:” Kırarsanız sizin olur” 25 milyon insanın sorunları, istekleri sizin olacak.
  ”Yeryüzündeki hiçbir halk kölelik, despotluk, zorbalık, cahillik, karanlıkçılık için ya da kadınların köle olması için yaratılmamıştır.” s.47
  ”Batıdaki barbarlığın nedeni ise kibir ve duyarsızlıktır.” s. 54
  ”Özel hem de çok özel belki de İslam aleminde bir eşine daha rastlanmamış bir örnekten, halkını yıkımdan kurtarmayı başarmış, bu yüzden de savaşçı meşruiyetini hak etmiş bir önderden söz etmek istiyorum: Atatürk.” s. 80 Osmanlı ordusunun bu subayı….

   Atatürk’ün reformcu cesareti, Tunus ve Afganistan liderleri için esin kaynağı olmuştur. Arabistan'ın Haşimi hükümdarı Faysal Arap krallığı düşlüyordu. Atatürk’ün çizdiği yolda ilerlemek istedi fakat krallık kurulamadı. Görkemli bir dönem yaşamış, ardından gücünü yitirmiş bir halkın tarihi söz konusuydu burada. 2 yüzyıldan beri ayağa kalmak istiyor ama her seferinde yine düşüyordu. Araplar ve onlarla birlikte bütün İslam alemi her şeyi kesin bir şekilde yitirdikleri hissine kapıldılar. 1967 bozgunundan sonra bir süre kurtuluş Marksizm de arandı. Saddam Hüseyin’in Amerika karşısında aldığı iki yenilgide Panarap ulusalcılığının sonunu getirdi. s.123
  ”Bu hareketlerin içinde değerli kişilerde yollarını yitirmişlerdi. Oysa onların tek istedikleri toplumlarını çağdaşlaştırmaktı, onlar bilginin geniş kitlelere yayılmasından, kızların okula gitmesinden, şans eşitliğinden, düşünce özgürlüğünden, kabileciliğin zayıflamasından ve derebeyi ayrıcalıklarının ortadan kalkmasından yanaydılar.” s.125
  ”Dünya nüfusunun % 5’ini temsil eden Amerikan yurttaşlarının oylarının bütün insanlığın geleceği üstüne geri kalan %95’ten daha belirleyici olduğu anda, dünyanın siyasal yönetiminde bir işleyiş bozukluğu var demektir.” s. 131
  ”Her şeyden önce değer ölçeğimizin çivisinin çıktığını belirtmek isterim.” s. 135
  “Geçmişi allayıp pullayarak idealleştirmek yerine, o geçmişin bize kazandırdığı ve bugünün bağlamında felaket etkisi yaratan reflekslerden kurtulmak; insanlık macerasında yepyeni bir evreye dosdoğru girebilmek için ön yargılardan, atacılıklardan, eskilliklerden kurtulmak gerekir.” s.139
  “Bir halkın özel yaşamı edebiyatıdır.” s.143

  ”Dini yokluğundan nasıl zarar görüldüğünü, Sovyet toplumu açık biçimde kanıtladı. Ama dinin aşırı varlığından da zarar görülebilir.” s.141
  ”Dinsel üzüntü hem gerçek üzüntünün dışa vurumu, hem de bu üzüntüye karşı çıkıştır. Din ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.” Marks  s.147
  ”İdeolojiler gelip geçici, dinlerse kalıcıdır.” s.150
  ”Ne sorun ne de bunun çözümü kutsal metinlerde.” s.176
   Benim için çok güzel bir tarih bilgisi ve beyin fırtınası oldu. Çok fazla alıntı yaptım. Kitabın her satırı çok kıymetliydi. İYİ OKUMALAR.


6 Nisan 2019 Cumartesi

YÜRÜMENİN FELSEFESİ



Yazar Adı: Frederic Gros
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kolektif Kitap
Sayfa Sayısı: 184

 Frederic Gros, 1965 doğumlu, Paris’te Siyaset Çalışmaları Enstitüsünde felsefe profesörüdür. Psikiyatri, hukuk ve savaş üzerine eserler kaleme almıştır. Gros’a göre yürüyen insan gerçeklikle yepyeni bir bağın peşindedir Bu yolda, kendi varlığındaki üretkenliğin, hafifliğin ve canlılığın farkına varır. Yürümek hem kültürel hem de biyolojik evrimi açısından insanın en özel eylemlerinden biridir.


  Kitap, Nietzsche’nin niçin bu kadar iyi bir yürüyüşçü olduğundan, Rimbaud’un kaçma arzusuna, Rousseau’ un yürümenin gündüz düşlerine, Thoreau yabanın fethine, hac yolculuğundaki ızdıraplı yürüyüşten, Nerval’in melankolik aylaklığına, Kant’ın gündelik gezintilerinden, mistik ve siyasetçi Gandi’den bahseder. Alıntılarla bunu daha güzel anlatabilirim sanırım.
  ”Yürümek spor değildir. Spor skor tutmaktır. Spor aynı zamanda dayanıklılık kazanmanın, yılmadan denemenin ve disiplinden haz almanın öğrenilmesidir. Ahlaki bir sistem, bir iştir spor.” s. 10
  ”Yürümek öncelikle erteleme özgürlüğü sunar.” s.11
Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü.” Günde 8 saat yalnız başına yürür. Keşiş olur. Tan Kızıllığı, Ahlakın Soy kütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Gezgin ve Gölgesi en önemli eserlerini bu yürüyüşlerinde düşünür.
 “Bir kitabın, bir insanın veya bir müzik kompozisyonunun değerini anlamaya yönelik ilk sorumuz şudur: Yürüyebiliyor mu?” s.24
  Yürümek dışarıda “açık hava” dediğimiz yerde olmaktır.” s.34
 Yürürken, kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır. Fakat hızın zıddı olmayan bir yavaşlık. Adımların son derece istikrarlı olmasıdır, yeknesaklıktır.” s.44
  Yürümek ilerlemek için öfke gerekir. Rimbaud’da her zaman bir coşku nidası, bir nevi öfkeli neşe mevcuttur.” s.47
  Öfke gerekir, terk eylemek ve yürümek için. Yola koyulmak, ayrılmak demektir; geride bırakmak. Yürümek geri dönüşü olmayan bir şeydir. Yola çıktığınızda hem neşeli hem kaygılısınız dır. Kaygılısınız dır çünkü bir şeyleri bırakıp gidiyorsunuzdur. Öte yandan geride bıraktıklarınız yüzünden neşelisinizdir; diğerleri kalırlar, mıhlanmış, sıkışmış olarak. Oysa bu neşe sizi başka yerlere taşır heyecanla. Rimbaud için yürümek bir kaçıştı. s.49
Yürüyüşten hakkıyla keyif almak için yalnız olmak gerekir. s.53
Ayrıca yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz. Tek başımıza olsak bile beden ve ruhumuz arasında bir diyalog vardır. Ruh bedenin gururudur.” s.56
  “Yürümek söylenti ve yakınmaları aniden susturur; içimizde durmadan başkalarını eleştiren, kendini değerlendiren, yorumlayan, izaha yeltenen sonu gelmez gevezeliği keser. Yürümek kuyruk acılarını, ahmakça tatminleri, kolayca alınmış hayali intikamları açığa çıkaran kendi kendine konuşmaları bitirir.” s.78
  ”Kitapların amacı yaşamayı öğretmek değil, içimizde yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmaktır: Kendi içimizde yaşama imkanını, yaşamın ilkesini bulmak. İki kitabın arasında yaşam sıkıcıdır. Ama kitap farklı bir varoluş umudu uyandırır. Kitaplar gündelik yaşamın sıkıntısından kaçış değil bir yaşamdan ötekine geçiş aracı olmalıdır.” s. 89
  ”Kutsal mekana varılmadan evvel arınmak için uzun süre yürünmeli, acı çekilmeli ve çaba sarf edilmeliydi. Yorgunluk arındırıp kibri yok eder. Böylece dua daha sahici kılınırdı.” s.103
   Yazar, iyi olma hallerini tanımlar. Bu bölümde etkileyiciydi.
  “Haz bir karşılaşma meselesidir. Bir bedenle bir doğa gücüyle, bir maddeyle karşılaşınca ortaya çıkması muhtemel bir histir. Haz bedenlerimizde tetikte bekleyen hisleri ateşleyecek şeye kavuşmaktır. Tekrar hazzın yoğunluğunu azaltır. Hazda aranan yoğunluktur.; hissetme melekelerinin şaşkına döndüğü, uyandığı o an.Hazzı öldüren de beklentidir. Neşe ayrı bir haldir, pasifliği az ve talep karlığı fazladır, yoğunluğu az ve bütünlüğü fazladır. Neşe bir olum-lamaya eşlik eder. Neşe hazzın aksine tekrarlarla artar ve zenginleşir. Üzüntü ise pasifliktir. Yapamam hissiyatı.
  Mutluluk karşılaşma meselesidir. Ve duruma bağlı olarak yoğunluğu değişir. Mutluluk, kabul etmeyi, yakalamayı gerektirir. Mutluluk tekrarlanamaz olduğu için hayli kırılgandır, mutluluk anları nadirdir.
   Huzur, kayıtsızlıkla merak, reddetmeyle olumlama arasındaki dengedir. Korku ve umudun yarattığı dalgalanmalardan kurtulmuş olmak kendini bütün kesinliklerin ötesine konumlandırmaktır.”
Yürümek düşünce ile birleşiyor. Kitap yürümek üzerine felsefi bir değerlendirme sunar. Mutlaka okuyun.


3 Nisan 2019 Çarşamba

Milli Edebiyat dönemi (1911-1923) eserlerinden okuduğum kitapları burada sonlandırıp, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatı (1923-...) okumalarıma geçmeden önce biraz ara verip, güncel kitaplardan örneklerle devam edeceğim.