30 Mart 2019 Cumartesi

ÜÇ İSTANBUL



Yazar Adı: Mithat Cemal Kuntay
Basım Yılı:2016
Yayınevi: Oğlak Klasikleri
Sayfa Sayısı: 575

   Mithat Cemal Kuntay (1885- 1956) İstanbul doğumlu, Hukuk Mektebini bitirmiş, 2. Meşrutiyet döneminde kahramanlık şiirleri yazmış, tek romanı Üç İstanbul olan yazarımızdır.


   Roman imparatorluğun başkenti İstanbul’un 3 dönemini; 2. Abdülhamit, 2. Meşrutiyet, Mütareke dönemlerini daha çok siyasal değişimleri, sosyal hayatı, seçkinleri, aydınları, iktidar ile elit tabaka arasındaki ilişkileri merkeze alarak hikayeleştirmiştir. Romanın baş kahramanı Adnan’dır. 93 harbiyle muhacir olarak İstanbul'a gelen 8 yaşındaki Adnan, annesi ve teyzesiyle beraber Saray Müşiri Sait Paşanın yalısına yerleşirler.
  “93 harbinde 3 şeyin hududu yoktu. Hastalığın, açlığın ve vatan toprağının!...” s.9
  “Her çocuk bir parça şair biraz romandır.” s. 26
   Hikaye Adnan’ın yaşamındaki 3 dönemi kapsar. Fakir ve idealist Adnan, zengin ve önemli Adnan, hasta ve bedbaht Adnan. Osmanlı döneminin çöküş sürecini toplumun çürüme emareleriyle, farklı düzlemlerde birleştiren bir anlatım çalışması olmuş. Epeyce kalabalık roman kadrosu var. Tüm karakterler kirlenmiş, fakat Süheyla ve şair Raif namuslu kalmayı başaran kadın ve erkek karakterlerdir. Adnan, yahudi arkadaşı Moiz ve Tevfik Hoca hukuktan yeni mezun olmuşlar, hayatta ne olacaklarını konuşmak için Galata’da birahaneye giderler:
  “Masonluğu dünyaya İngilizler sokmuştur. Dünyada iki büyük kuvvet vardır. İngilizler, Masonlar!
 -Üçüncü bir kuvvet daha var, hem de en korkuncu…
Yahudiler.
Müslümanlarda da masonlar vardır. Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh, Sultan Murat, Namık Kemal…” s.77
  “Ağzı bir kütüphane gibi kitap kokan adamdan Hidayet iki saatte bıkmıştı.” s.79
  “İnkılap bir insanın uykusunu tamamen aldıktan sonra uyanmasıdır. İhtilal birini gece yarısı dürterek uyandırmaktır; insan birdenbire uyanır.” s. 174
  “Yalan söylememek!... Ve doğru söyleyen bütün seslerdeki sertlik onun da kalın sesini namusunun hırçınlığıyla dolduruyordu. Bu ses hiçbir zaman yavaş konuşamaz. Yalan söyleyen sesler gibi birçok perdelerden çıkmaz. Tek notalı ses.” s.291
  “Dağıstanlı Hoca ve Adnan'ın konuşmasından:
-Bu lafıma iyi dikkat et: İnkılâp yaptınız diye bugün boynunuza sarılanlar yarın boğazınızı sıkacaklar! Sizin en büyük düşmanınız Abdülhamit değil Fatih’teki yobazlardır. Sarıktan korkun. Hükümet kuvvet değildir, vasıtadır. Bir memleketle asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Bizim memlekette hakiki “fikir” yok; biz de 300 seneden beri Taassup (bağnazlık) var!
Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah'ı da inkar etsinler , peygamberi de!.... Sultan Hamit 33 sene sarığa sırma takarak, taassuba maaş vererek tahtında oturdu efendi!” s.308
“İkinci düşmanınız sizsiniz. Halk karnıyla düşünür, gözüyle öğrenir, kalbiyle kızar. 
Halkın gözünü rahatsız etmemek için; eski ceketinizi çıkarmayacak, eski evinizden çıkmayacaksınız…
Trablusgarp meselesi “kükürt” meselesidir!
Bosna- Hersek’i Avusturya aldı diye Trablusgarp’ı da İtalya almıştı İkisini de veren Abdülhamit’ti. Esasen bu Trablusgarp meselesinde birçok sebepler vardı. Bir defa Bunco di Roma İtalya Hariciye Nazırı Son Giuliana! Bu adam Sicilyalıydı. Sicilya kükürt madenleriyle meşhurdur. Bonco di Roma’da madenleri işleten bir bankaydı. Trablusgarp’ta kükürt madenleri işletmeye başlayınca bir rekabet çıkmıştı. İşin esası bu bankaydı.” s.326
  “Enver Paşa, Sarıkamış’ta 90 bin ölüye sebep oldu. Çok az millet Allah'ına bu kadar dinç ölü göndermiştir. Adnan, Enver Paşa’ya düşmandı. Dağıstanlı Hocanın oğlu da Sarıkamış’ta bir gülleyle darma dağın ölmüştü. Oğlundan geriye elinde gömecek bir parçası bile yoktu. Adnan'a göre insanların elemini iki şey söylerdi. Göz ve ses.
Adnan  bir anda hem parasını hem karısını kaybetti. Alman markı dolu kasası, kapısı istimbotlu yalı, abdesthanesi kaloriferli konak, pahalı metres, Viyana seyahati, Berlin ticareti… Tüm bunları kaybetmişti.” s.406
  “Limni’de Mondros Limanında İngilizlerin Agamemnon zırhlısında, Osmanlı İmparatorluğunun tabutu hazırlandı. 1918 Mütarekesi demek Türk’ten Rum intikam alacak demektir.” s.415
  “19 Mayıs 1919(1335) memleketi kurtarmaya Anafartalar’dan başlayan Mustafa Kemal’in Samsun'a ayak bastığının tarih yaprağıydı.”


19 Mart 2019 Salı

YAPRAK DÖKÜMÜ



Yazar Adı: Reşat Nuri Güntekin
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: İnkılap
Sayfa Sayısı: 157

  Reşat Nuri Güntekin, UNESCO’da Türkiye’yi temsil etmiştir. 1930 yılında yayınlanan Yaprak Dökümü orta sınıftan bir ailenin dramını ele alır. Yazar eserlerinde tema olarak aşkı ve duygusal çatışmaları işlerken, bu eserinde sosyal yaşamı ve ekonominin önemini vurguluyor. Eserleri televizyonda dizi olarak gösterilmiştir.


  ”Bütün hayatını çocuklarına iyi fikirler ve iyi bir ahlak vermeye sarf etmişti. Acaba yeni zamanların bu havası onları da sarsacak ihtiyar babaya son deminde bir yaprak dökümü mü seyrettirecekti?” s. 11
   Romanda, anlatıcı olaylara ve kahramanlara hakimdir. Olayların nasıl gelişeceğini bilir ve görür. Olayları anlatırken kahramanların aklından geçenleri ve psikolojilerini yansıtır,
  Kahramanımız Ali Rıza Bey, Babıali de yetişen bir mülkiye memurudur. Annesi ve kız kardeşinin iki ay ara ile ölmesi onu İstanbul’dan soğutmuş, 25 sene Anadolu'nun çeşitli yerlerinde görev yapmıştır. Evlendiği zaman kırkına yaklaşıyordu. Yakın arkadaşının bir akrabasıyla Hayriye Hanımla evlenmişti. Hayriye Hanım 25 yaşındaydı. Ali Rıza Bey 50 yaşına girdiği gün son bir kızla 5 çocuğu dünyaya geldi. Büyütülecek 5 çocuğu olan bir adam hayata karşı kayıtsız bir seyirci mevkinde kalamazdı. Her fedakarlığı göze almış gayretli bir aile babası idi. Emekli olur, İstanbul'daki evine taşınırlar. Oğlu Şevket yüksek maaşla bir bankaya memur olur. Evin reisliğini oğluna bırakır, kendiside asla onaylamadığı kahvelere alışır. Kahveler işsizlikten ve aile dirsizliğinden doğan ızdıraplara karşı sığınılacak yegane mabetlerdir. Onlar olmasa emekli için ölmekten başka yapılacak iş kalmayacaktır.
   Evde büyüyen çocuklar arasında hafiften kavgalar başlamıştı. Zamanla da gürültü büyüyordu. Bu artık evde bir baba nüfuzu, hürmet edilecek bir reis kalmadığını gösteren güzel bir delildi. Ailede bir bölünme başlamıştı. Anneleri ve ortanca kızlar Necla ve Leyla diğer tarafta büyük kız Fikret ve Ayşe vardı. İhtiyar baba hiçbir şeyin farkında değildi. Ev delik bir gemi gibi günden güne batıyordu. Evde bir tek Şevket'e sevgi ve saygı duyuluyordu. Çünkü tek çalışan harap olan oydu. Şevket son günlerde iş arkadaşı Ferhunde ile yakınlaşır, kadının kocası olayı öğrenince Ferhunde’yi evden kovar. Şevket kimsenin onaylamadığı Ferhunde ile evlenir. Gelin Ferhunde küstah, yüksekten atan, şımarık hafif bir kadındır. Ferhunde birbirinden güzel, hareketli genç Leyla ve Necla'nın karakterinin bozar. Evde bir eğlence ve moda düşkünlüğü başlar, partiler düzenlenir. Maddi sıkıntılar başlar. Fikret bu durumdan rahatsızdır,( babanın iki büyük kabahati vardır. Evvela zarif ti, ikincisi de parasızdı ki bu affedilmez bir cinayetti). Fikret'te bu cehennemde kurtulmak için karısı ölmüş, 3 çocuk babası Tahsin’le evlenir ve Adapazarı’na gider. Şevket masrafları kapatmak için bankadan borç alır fakat ödeyemez. Hapse düşer. Ali Rıza Beyin itibarı iyice sarsılır. “1.5 yıl geçer de kaybolan haysiyet ve namus bir daha geri gelmezdi.” Ferhunde daha fazla sefalete dayanamaz ve evden kaçar.
”Her şey gibi sevmekte parası, vakti, az çok rahatı olan insanlara mahsus bir imtiyazmış baba…” s.122
   Ferhunde'nin kaçışıyla elebaşılarını kaybeden Necla ve Leyla bocalıyorlar. Leyla, kendini zengin gösteren bir Suriyeli ile nişanlanır. Suriyeli Leyla ile 2 ay gezer, ayrılır ve Necla’yı istediğini yazan bir mektup gönderir. Necla'nın kardeşine bu ağır hareketi uygun gören insanla evlenmesi Leyla’yı hasta eder. Fakat Necla Suriyeli devlet kuşunu bağlar ve o da evden ayrılır. Böylece ağacın 3. Yaprağı da kopar. Bu arada Leyla biraz iyileşir, doktor gezmesini tavsiye eder. Leyla o gezmeler esnasında avukatın metresi olur. Ali Rıza Bey felç geçirir.
   Kitap sade konuşma dilinde, akıcı bir şekilde yazılmış, uzun tasvirleri yoktur. Değerlerini kaybeden ailenin fertlerinin mahvoluşunu okuyorsunuz. Mutlaka okuyun.


DUDAKTAN KALBE



Yazar Adı: Reşat Nuri Güntekin
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İnkılap
Sayfa Sayısı: 399

   Reşat Nuri Güntekin, 1889’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da Saint Joseph Lisesinde eğitim gördü. Eğitiminden sonra çeşitli şehirlerde Fransızca ve Türkçe öğretmeni olarak görev yaptı. 1.Dünya Savaşının sonlarına doğru yazarlık yapmaya başladı.


   Dudaktan Kalbe, Reşat Nuri'nin ilk dönem romanlarındandır. 1924 yılında basılmıştır. Bir aşk romanıdır. Sıkıntılar içinde geçen bir dönemin ardından yakaladığı şöhret ile kadınlara ve aşka bakışı değişen Hüseyin Kenan'ın öyküsünü anlatır. 3 bölümden oluşan romanın, ilk bölümü Kenan'ın çocukluk dönemini, ikinci bölüm; Kenan’dan çok Lamia'nın yaşadıklarını, Kütahya’ya dayısının yanına gönderilişini ve orada başına gelen olayları anlatır. Üçüncü bölüm ise, Kenan'ın günlük şeklinde yazdığı alt bölümlerden oluşur.
   Roman, Kenan'ın annesinin, ailesinin bütün baskılarına rağmen serseri bir adam olan Nail’le evlenmesi ile başlar. Kenan, çevresindeki çocuklardan farklı bir karaktere sahiptir. Zaman ilerler, Kenan'ın babası hapse düşer ve geçim sıkıntıları başlar. Annesi ailesinden yardım ister. Dayısı Saip Paşa onları yanına alır. Fakat Kenan'ı hep hor görür. Hatta zaman zaman hırsızlıkla suçlar. Bu süre zarfında Kenan keman dersleri alır. Dayısı bu duruma da mani olmaya çalışır. Ama ondaki istek ve şevk onun geleceğin en başarılı virtüözü yapacaktır. Kenan, İstanbul'a mühendis mektebine gönderilir. Zamanla Kenan annesinin dükkanını satar ve Avrupa’ya gider. Uzun bir süre geçer ve Kenan dünyanın en saygın kemanisti olarak döner. Dayısı artık onunla iftihar eder ve İzmir'e yanına çağırır. Mısır prensesi Paşa kızı Cavidan’la tanışır. Nişanlanırlar. Kenan bu durumdan hem memnun hem de rahatsızdır. Komşularının yeğeni küçük kız Lamia’yı tanır. İleride bütün kalbiyle bağlanacağı kıza o zamanlarda sadece acır. Lamia musiki meraklısı, her denileni koşulsuz kabul eden munis güzel bir kızdır. Çillerinden dolayı “kınalı Yapıncak” adını takmışlardır. O da çapkın Kenan'a aşık olur. Bu aşkın meyvesi bir çocuk olmuştur. Fakat Lamia’dan başka kimse, bu çocuğun kimden olduğunu bilmemektedir. Lamia bu ayıbından dolayı Kütahya’ya dayısının yanına gönderilir ve çok sıkıntılar yaşar. Kenan’la Cavidan’da evlenmiştir. Yıllar geçer kader onları bir gün karşılaştırır. Kenan kınalı yapıncağını unutmamıştır. Lamia ise artık eskisi gibi değildir. Tek tutunacağı dal çocuğu Mebrure vardır. Aşkın hazin sonuyla roman biter.
”Sevda şimdi kalbimden dudaklarıma çıktı. O artık birini ötekinin unutturduğu buselerle bir nağme, bir tebessüm gibi yalnız dudaklarımda yaşayacak mamafih belki mesut olmak içinde asıl çare budur. Sevdayı dudaklardan öteye bırakmamak zehir gibi kalbe inmesine meydan vermemek.” s.65
”Sevdayı size ne fena öğretiyorlar? Biz birbirimizi seviyoruz sanma Kınalı Yapıncak… Ben senin için güzel bir keman sesinden başka bir şey değilim.” s.140
”Kolayca teselli edilecek bir dert insanı böyle ağlatmaz.” s.178
”Ümitsiz sevdasının yadigarlarıyla, kırık kalbinin parçalarıyla kendisine hazin teselliler icat etmişti. Tıpkı kırılmış oyuncaklarının parçalarıyla avunan çocuklar gibi.” s.185
”Seni tekrar gördüğümde bana yabancı gibi bakmayacaksın, bu büyük sevdaya artık “dudaklarımızın ve gönlümüzün biraz ince bir eğlencesi" demeye cesaret edemeyeceksin değil mi?”


16 Mart 2019 Cumartesi

DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU



Yazar Adı:Peyami Safa
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Ötüken
Sayfa Sayısı: 112

    Peyami Safa, Abdülhamit döneminde Sivas'a sürgün olarak gönderilen, 2 yaşında babasını kaybeden annesiyle İstanbul’da yaşayan yazarımızdır. Büyük maddi sıkıntılar içindeki yaşamlarına, 9 yaşında   yakalandığı kemik hastalığı bütün ömrünce etkilerini göstermiştir. 17 yaşına kadar hastane koridorlarında zor bir hayat geçirir. Çocukluk yıllarına ait izlenimlerini daha sonra ”Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı eserinde romanlaştırmıştı.


   Romanlarında olaydan çok analize önem verirdi. Yazılarında sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustalıkla işler. Toplumumuzdaki ahlak çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirir. İsmini aile dostu Tevfik Fikret koymuştur. Tan gazetesinde yazılar yazmış, Nazım Hikmet’le arasında birbirine zıt düşünceler oluşmuş ve bu durum aralarında çatışmaya sebep olmuştur. Peyami Safa antikomünist kimliğiyle fikirlerini yaymış bir yazardır.
   Türk edebiyatında “insan ruhunun derinliklerinde ve labirentlerinde dolaşan ilk roman” olarak adı geçer. Otobiyografi denilebilir. Acının ve ızdırabın tasvirini olağanüstü yapmıştır.
   Romanın kahramanı çocuk, 7 yaşından itibaren kemik veremine yakalanmıştır. Bacağının kesilmesi söz konusudur. İstanbul’un kenar mahallelerinde annesiyle beraber oturan yetim kalmış bir çocuk. Doktorlar bacağının kesileceğini söylerler. Fakat o annesini üzmemek için anlatmaz.
“Felaket başka biriyle paylaşıldığında saadettir. Fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler paylaşım değil darp olur. Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler bu ızdıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder büyüdükçe büyür.” s.14
   Fakat annesi her şeyin farkındadır, uzaktan akrabaları Paşa ve ailesi Erenköy’de oturur. Çocuk paşanın kızı Nüzhet'e aşıktır. Onların ziyaretine gider. Çocuklukları aynı konakta geçmiştir. Çocuk boş vakitlerinde emekli paşaya romanlar okur. Küçük yaşlarından beri onunla konuşur. Paşa kızı Nüzhet’i, Dr Ragıp’la evlendirmek istediğini çocuğa danışır. Bu haber hasta çocuğu çok sarsar. Hastalığı onu çok daha olgun davranmaya alıştırmıştır. Nüzhet 19 yaşındadır, kendisinden 16 yaş büyük bir doktorla evlenecektir. Aile Nüzhet’i doktora verme konusunda ikiye bölünmüştür. Bir gün Dr Ragıp ve annesi yemeğe gelir. Yemekte çocuk Dr ve paşanın fikirlerine muhalif konuşur. Paşayla araları açılır. Felaketler peş peşe gelir.  Çocuğun morali bozulur. Kemiğindeki verem, ciğerine ilerlemeye başlar. Bacağının kesilmesi kesinleşir. İlerleyen süreçte, çocuğun bacağı kesilmez, kurtulur. İyileştiği gün Nüzhet ve Dr Ragıp'ın evlendiğini öğrenir.
“Çocuklar; beklemesini onlar kadar bilen yoktur.” s.7
”Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.” s.9
“Az ümit edip çok elde etmek hayatın hakiki sırrıdır.” s.82
“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.” s.111
“İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.” s.112