23 Kasım 2018 Cuma

DOPPLER



Yazar Adı: Erland Loe
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: YKY
Sayfa Sayısı:116

   Norveçli polisiye yazar Jo Nesbo’dan sonra tanıştığım, ikinci Norveçli yazar oldu Erland Loe. Daha doğrusu renkli kişilikteki arkadaşımın hediyesi yazarla tanışmama vesile oldu. 
   Kitabın kahramanı Doppler, kendi seçtiği yalnızlığı yaşamak için ormana sığınmıştır. İnsanların yalanlarından, düşüncelerinden, temsil ettiklerinden, katlanmak zorunda olduğu her şeyden sıyrılıp ormana çadırını kurmuştur. Konforlu bir hayata, sisteme, eşe, çocuğa, arkadaşlara bir başkaldırının hikayesidir.


   Kitapta oğlu ve kızıyla diyalogları, oğlunun yanına gelmesi, eşinin hamile kalması, eşi tatile gideceği için tekrar şehre inip okul toplantısına katılması, hırsızlık yaptığı evde tanıştığı ev sahibi, kendi evine hırsızlığa gelen hırsızla muhabbeti, ormandaki sağcı adamla muhabbeti ve geyiğimiz BONGO; kitabın yan karakterleridir. Şehirden kaçıp doğaya sığınmak az çok herkesin hayatında düşündüğü bir eylemdir. Sakinlik ve huzura kavuşmanın hayalidir. Kahramanımız Doppler de herkesin hayalini gerçekleştiriyor. Özgür ruhlu çılgın olarak tanıdığım Doppler, benim için bir anda sorumsuz, hayırsız bir aile babasına dönüşüyor. Çoğunlukla kızıyorum. Fakat çadırında, yıldızların altında geyiğiyle huzurla uyuması da kendine hayran bıraktırıyor. Bu durumda onu anlamamak haksızlık olurdu. Doppler’e hissettiğim bu ikilem sanırım yaşamımızı anımsatıyor. İskandinav ülkelerinde de böyle bir yaşama özlem şaşırttı beni. Oralarda bile kaçış fikri var demek ki. Bu galiba insanlığın ortak isteği.
   Hikayede absürd bir komedi ve toplumun eleştirisi vardır. Okurken Doppler’in düşüncelerini ve diyaloglarını sorgularken bir yandan da fazlasıyla gülüyor bulacaksınız kendinizi. Yazar anlatmayı değil, göstermeyi seçmiş. Kurgusu çizgisel bir akış izliyor. Olayların geçtiği zaman Kasım ayında başlayıp Nisan, Mayıs aylarında sona eriyor. Bu zaman içersinde de geriye dönüşlerle öykü genişliyor. Çevirisi iyi, dili yalın, mizah gücü olan metinler kullanılmış. Kısa ama etkili bir anlatım olmuş
   Alıntıladığım paragraflarla kitap hakkında birazda olsa fikir edineceksiniz. KEYİFLİ OKUMALAR.
  ”Bazen insan eğlenceli olmayan işler yapmak zorunda kalır. İnsan oturduğu dalın en ucuna gitmeye cesaret edebilmeli ve hatta dalı kesebilmeli.” s. 111
   Okul toplantısındaki sistem eleştirisi:
  ”Takas ekonomisini müfredata alınması gerektiğini söylüyor. Gençler her şeyi satın almak yerine eşya ve hizmet takasına yönlendirilmeli. Dünyanın geleceği buna bağlı. Dünya insanlara ait değil. İnsanlar dünyaya ait. Çiçekler kız kardeşimiz. Hava sıcaklığının ya da ağaçlardaki rüzgarın sesinin sahibi kim? Dallardaki bitki örtüsünün özlerinde bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede babamın ve onun babasının sesi de mevcut. Bastığımız toprakta atalarımızın tozları bulunuyor. Dünyanın başına gelen her şeyin bizimde başımıza geleceğini, dünyaya tükürürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuklarımıza öğretmemiz gerek.” s. 50
   Orman hakkındaki düşünceleri:
  ”Ormana taşındım, işten ayrıldım. Çünkü yapılabilecek tek akıllıca şey buydu. Orman sakin ve dostanedir. Denizin sağı solu belli olmaz. Bir dağın da. Ama ormanın sağı solu bellidir ve başka her yerden daha az kafa karıştırır. Denize, doğaya ve insana hiçbir şekilde güvenilmezken, yaşamını ormanın ellerine hiç tereddütsüz bırakabilirsin çünkü orman dinler ve anlar. Orman yıkmaz, yeniden kurar ve her şeyin büyümesine izin verir.” s.51
  ”Bir daha asla fatura ödemeyeceğim. Takastan, hırsızlıktan ve ormandan geçineceğim. Ben ölünce de orman benden geçinecek. Anlaşma böyle.” s. 53
   Devam edecek
   İnşallah


17 Kasım 2018 Cumartesi

HERKES KENDİ HAYATININ KAHRAMANI



Yazar Adı: Gülcan Özer
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 189

“Aşkta, evlilikte, ilişkilerde valizimizle getirdiklerimiz…” kitabın alt başlığı.


   Dr. Gülcan Özer’in okuduğum ikinci kitabı, kendisinin de ilk kitabıdır. Psikiyatr, terapist olan Özer, iyi bir dinleyici olmanın kattığı güzelliklerin hepsini kendi süzgecinden geçirip bu kitapta anlatmış. Karşılıklı sohbet ediyor gibi kısa, öz nokta atışlar yaparak kendimize ayna tutmamızı sağlıyor. Bu durum da kitabı kendi türlerinden farklılaştırıyor.
  Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, aşk, evlilik, ilişkiler, mutlu ve mutsuz evlilikler, boşanmalar, çocukla iletişim, yaşlılık, anne, çocuk kimlikleri ve bunların yansımalarını anlatıyor. Her bölümün sonunda dilek kısmı var ki daha da lezzetli kılıyor kitabı. Hiç bitmesin dediğim kitaplardan biri oldu.
”Konuşamasaydık,sesimiz, kelimelerimiz olmasaydı ne olurdu? Dokunsaydık, görseydik, koklasaydık ve kelimelerimizin sarhoşluğundan kurtulup sevseydik ne güzel olurdu.
  Ve fakat
  Madem konuşarak lanetlendik o halde dibini bulana kadar konuşacağız…
  Anlama umudu, anlaşılma hayali…
   Böylece ömür geçip gidecek…”
İlk bölüm başlar. Kitabın odağında “asırlardır aslanlar gibi kurumsal birinciliği kimselere kaptırmayan” evlilik var. Kesinlikle bir çift terapisi havasında ya da evliliği nasıl kurtarırsınız gibi sıradan, sulandırılmış bir dertten ziyade kendimizle olan ilişkimizden kopan, iç sesini bulamayan insanın dramına eğiliyor.
   Kendi hayatımızın kahramanı olmamıza odaklandığı için herkesin okuması gereken bir kitaptır. Zaten başarısı da buradan geliyor. Özer’in ezberlerle işi yok. “İnsan iyi gelen aydınlık bir ömür dilerim…” der ve kitabını sonlandırır. OKUYUN MUTLAKA.


9 Kasım 2018 Cuma

EKMEK ARASI


Yazar Adı: Charles Bukowski
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: Metis
Sayfa Sayısı: 268

  Charles Bukowski ile tanıştığım ilk kitap ve bana hediye olarak veren değerli arkadaşım, (manen yüksek, yüce yaradılışlı dostum) yazarla tanışmama vesile olmuştur. Bukowski kimdiri anlamanın sanırım en doğru yolu “Ekmek Arası” kitabını okumaktan geçmektedir. Kendi hayatını otobiyografik olarak anlatmış. Charles Bukowski (1920-1994) Amerikalı yazar.


  Kitap, Henry Chinaski’nin küçüklüğünden başlayarak, evden ayrılana kadar geçirdiği süreyi anlatır. Katlanılmaz okul yıllarını, ona işkence eden babasını, sürekli ağlayan annesini ve hiç uyuşamadığı çevresini, fakirliği, baskıyı bazen hüzünlü bazen de neşeli olarak verebilen bir kitaptır.
  Bukowski’nin kendine” Henry Chinaski” takma adını seçmesinin nedeni; Henry babasının adı, China yani Çin (onun muhteşem olduğuna inandığı ülke, Amerikayı yok edecek olan ülke) olduğu için; “ski” ise Bukowski'den gelen tek parçadır. Böylece çocukluğuyla ilgili her şeyi tek isimde birleştirmiş.
  Korkunç bir çocukluk geçiren Bukowski, bunun acısını insanlardan özellikle kadınlardan çıkarmış. Kitapta, umursamazlığı özellikle dikkat çekiciydi. Bu kadar umursamaz olabilmek için onun kadar acı mı çekmek gerekir?
  1939 yıllarında liseden mezun olur ve Hitlerin ülkeler üzerindeki baskısını ve o günkü durumu da güzel açıklıyor.
  Yazarın ruh halini tam olarak anlayabilmek için bazı kalıpları kenara bırakıp, gerçekten anlatmak istediğini anlamaya çalışmalıyız. Sadece küfreden bir yer altı yazarı olarak düşünülmemelidir.
  Gayet akıcı bir kitap, insanı buhrana sürüklüyor, karamsar bir hava oluşturuyor. İnsanın içine işliyor. Ayrıca küfür ve argo oldukça fazla. Çok doğal bir dil kullanılmış. Aralardaki mesajlar çok dahiceydi. Türkçe çevirisi de olağanüstü. Sizde tanışın isterim.
  Bukowski’nin tek derdi yalnız kalıp içmek, olabildiğince insanlardan kaçmak. Kütüphaneyi keşfetmesi, yazarlığa nasıl adım attığının göstergesi. En çok ilgimi çeken kısım:
 “Halk kütüphanesini keşfetmiştim. Kütüphanede dolanıp kitapları incelerdim. Aldatmacaydı hepsi. Sıkıcıydılar. Hiçbir şey söylemeyen sayfalar dolusu kelime. Tek tek deniyordum kitapları. Bulduğum ilk gerçek kitap Upton Sinclair adında bir yazardı. Cümleleri basit ve öfkeliydi. Sonra ikinci bir yazar buldum. Sinclair Lewis, kitabın adı Main Sokağı idi. İnsanların üstündeki riyakarlık tabakalarını soyuyordu. Her gün bir kitap okuyordum.
Birgün rafların arasında dolanırken “Tahtaya Ve Taşa Boyun Eğ” başlıklı bir kitaba rastladım. İyi bir başlıktı. Çünkü buydu yaptığımız. Kanlı canlı satırları ile bu Lawrence’dan neden kimse söz etmemişti bana? Neydi bu gizlilik? Reklamını niye yapmıyorlardı? D.H.Lawrence’ın bütün kitaplarını okudum. Başka kitaplara götürdü Lawrence. Huxley’e mesela. Yağmur gibi geliyorlardı. Her kitap başka bir kitaba yönlendiriyordu beni. Dos Passos’a geldi sıra. Amerika üzerine üçlemesini okumak bir günden fazla sürmüştü. Dreisser açmadı beni. Sherwood Anderson açtı. Ve Hemingway geldi. Ne heyecan! Bir cümleyi oturtmayı biliyor. Sözler cansız değildiler, insanın beyninde mırıldanan şeylerdi sözler. Onları okuyup sihrine varabilirsen acı çekmeden yaşayabiliyordun, başına ne gelirse gelsin ümidini yitirmeden Rus yazarları okuyordum. Turgenyev ve Gorki’yi. Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda. Başka birinin gerçeği sizinde gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir.” s.(138-140)


3 Kasım 2018 Cumartesi

KÖRLÜK



Yazar Adı: Jose Saramago
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 331

   2007 yılında İstanbul kitap fuarı için ülkemize gelen, 1998 Nobel Edebiyat ödülü alan Jose Saramago, 2010 yılında yaşamını yitirmiştir. Portekizli sosyalist yazarın okuduğum ikinci kitabı “Körlük” romanında, körlüğü metafor olarak kullanılarak modern insanı ve onun yarattığı liberal demokrasi sistemini eleştirir.


   Kitap, adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir şehrinde geçer. Araba kullanmakta olan bir adamın kırmızı ışıkta beklerken aniden kör olmasıyla başlar. Beklenmedik bu durum karşısında korkan ve panikleyen adam, çevreden birinin yardımıyla evine götürülür. İlerleyen günlerde ilk kör olan adamı takiben bu adamın eşi, onu eve götüren ve arabasını çalan adam, muayene için gittiği göz doktoru, orada bekleyen hastalar, doktorun sekreteri, eczacı da dahil şehrin çoğu hızlı ve ani şekilde körleşmeye başlar. Gözlerde fiziksel bir sorun bulunmamaktadır. Aniden bir sis perdesi gelir ve süt deryasına benzer beyaz ışığa hapsolurlar. Beyaz felaket denilen bu salgını hükumet yetkilileri kontrol altına alırlar. Daha önce akıl hastanesi olarak yaptırılan binaya götürülürler. Hepsi kör olan bu çaresiz insanlar kendi başlarına, yiyeceğin ve temizlik malzemelerinin az olduğu hapishane benzeri yerde yaşam mücadelesi vermeye başlarlar.
   Yazarın yarattığı kurgu çürümüşlüğün bir öyküsüdür. Bireyler otokontrollerini kaybederler. Çeteler, açlık, tecavüz giderek artar. İnsanlar onurlarını da yitirirler.
   Ayrıca kitapta hiçbir karakterin adı yoktur. Karakterler, fiziksel özelliklerine ve mesleklerine göre yani sıfatlar takarak anlatılıyor. “Doktorun karısı, ilk kör adam, koyu renk gözlüklü genç kız, şaşı çocuk, polis, taksi şoförü gibi.” Bir diğer özelliği de diyalogların sadece virgülle ayrılması. Çok ilginçtir, okurken hiçbir şekilde sorun oluşturmuyor. İlk başlarda şaşırtıcı geliyor sonra üsluba alışıyorsunuz. Yazar kitaplarında, yazı dilindeki imla kurallarına ve noktalama işaretlerine kafa tutuyor. Bu alışılagelmişin ötesindeki durum kitabı ve yazarı büyülü kılıyor.
   Bir distopya kitabı. Okuru karanlık ve kaotik bir hikayenin içine sokuyor. Ve kitap boyunca sorular sorduruyor. Neden beyaz körlük? İnsan onuru nedir? Peki ya iyilik? Ahlak? Eğer kötülük açlık ve ölüm gibi dürtülerle kötülük olmaktan çıkar mı? Erkeklerin kadınlar üzerindeki güç gösterileri bir acz göstergesi midir?
   Yazar kötü bir dünya kurgulamış, neyse ki bir kurgu. Öyle bir dünya yok. Körlük, unutulmaz bir roman olarak aklınızda kalacak, canınız yanacak. Kesinlikle okumaya değer.
  ”Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.” s:213
  ”Verilen sözler her zaman tutulmaz bazen zayıflığımız bazen de hiç hesaba katmadığımız yüce bir güç yaptırır bunu bize.” s:214
  ”Yanıt hep ona ihtiyaç duyulduğunda gelmez akla, çoğu kez de beklemek verilebilecek tek yanıttır.” s:263
  ”Bütün hikayeler evrenin yaratılış hikayesine benzer, o anda orada kimse yoktur kimse tanık olmamıştır ama yine de olanları herkes bilir.” s:267
  ”Sessiz kalmak en kuvvetli alkışlamadır.” s:310