24 Mayıs 2018 Perşembe

ÇOCUKLUĞUM



Yazar Adı: Maksim Gorki
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 278

   Gorki’nin Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerimden oluşan üçlemesidir. Oto biyografi kitabıdır. Bir anı romanı da denilebilir.
    Aleksey Maksimoviç Peşkov (1868-1936) genel olarak bilinen adıyla Maksim Gorki, gerek yaptığı tasvirlerle gerek topluma eleştirel bakmasıyla en önemlisi de hayatını yoksulluk içinde geçirmesi beni kendisine çeken yazarlardan biri olmuştur. Yaşadığı alt sınıfın sert dünyasını keskin gözlemleriyle gözler önüne serer.

   Çocukluğum, Gorki’nin babasının ölmesiyle başlar. Babası öldüğünde 4-5 yaşlarındadır hiç ağlamamıştır. “Ninesi:
  -Niye ağlamadın? Ağlasaydın biraz!
  -İçimden gelmedi. Bütün bunlar öyle ilginçti ki! Çok az ağlardım o da yalnızca kalbimi kırdıklarında; yoksa acı beni ağlatmazdı. Ağlamam babamı her zaman güldürürdü, annem ise bağırırdı.” Say:5
   Volga nehrinden vapurla dedesinin evine taşınırlar. Aynı gün kamara odasında yeni doğan kardeşi de ölür. Yolculukları uzun sürer. Sonunda yol biter. Dedesiyle, dayısı, teyzeleri ve çocuklarıyla tanışır. Onları ihtiyatlı bir ilgiyle izler. Büyüklerden de çocuklardan da hiç hoşlanmamıştır. Yoğun, renkli, anlatılmayacak kadar garip bir hayat başlamıştır. Bu “aklıdan nasibini almamış aile”nin karanlık yaşamı öylesine çileli öylesine acımasızlıklarla doluydu ki. Dedesi onu gammazlık yaptığı için kendinden geçene kadar döver mesela. Hasta yatan Gorki, o bir kaç günde büyüyüverir sanki. Her tür acı, aşağılama karşısında duyarsız kalamaz artık. Annesi de güçsüzdür herkes gibi o da dedesinden korkar.Bir süre sonra annesi de ortadan kaybolur. Dedesinin dayakları altında ninesinin sevgisiyle, ninesinden dinlediği peri masallarıyla nefes alır. Ninesinin dua etmesini izler kimi zaman.
  ”Uzun dualar, evde hep büyük gerginliklerin, tartışmaların, kavgaların yaşandığı günlerde olurdu. Tanrı’ya evde olup biten her şeyi tek tek anlatırdı.” Say:60
   Dedesi Tanrı’yla konuşup, isyan ederdi hep. ”Çocuklarımız hiç yüzümüzü güldürmedi, onca çalışıp didinmemiz hep boşuna gitti.” Ninesinin yanıtı:
  -Herkesin başında aynı dertler, bir sen değilsin ki, bütün ana babalar günahlarını bizim gibi gözyaşlarıyla yıkıyorlar.
   Olduğu yerde hızla dönüp var gücüyle ninemin yüzüne bir yumruk indirdi.” Say:94
   Dedemin ve ninemin tanrılarının aynı olmadığını anlamam çok sürmedi. Tanrılar arasında yaptığım bu çocuksu ayrım kuşkusuz çok genel. Ama dedemin Tanrısı bende korku ve düşmanlık uyandırıyordu. Kimseyi sevmeyen, sert bakışlarıyla herkesi izleyen bir Tanrıydı bu. Ninemin Tanrısı çevremdeki her şeyin en güzeli, en aydınlık olanıydı. Dedem nasıl oluyordu da bu Tanrıyı göremiyordu.
   “O yıllarda Tanrıya ilişkin düşünce ve duygular, başlıca besin kaynağım ve yaşamımdaki en önemli güzellikti.” Say:120
   Karla kaplı düzlükte, bir kıyıya tek başına oturup soğuk karlı kış gününün o kristal sessizliğinde –Rus kışı- kuş cıvıltılarını dinlerken dedem, "annen geldi" dedi. Annemle karşılaştığımda her şey küçük, acınası, eskimiş görünüyordu gözüme. Kendimi dedem gibi yaşlı hissettim…”
   Gorki’yi çevreleyen doğumlar, ölümler, tanık olduğu ve bizzat maruz kaldığı akıl almaz şiddet ve şimdi de üvey babanın hayatına girmesiyle yaşamı daha da zorlaşmaya başlar.
  Yaşadığı hayat hiç hoşuna gitmiyordu, umutsuzluk benzeri bir duygu içindeydi. Ama nedense bunu gizlemeye çalışıyor, olay çıkartıyor, yaramazlık ediyordu. Hurdacılık işi yapmaya başladı. Gorki, hurdacılıktan hırsızlığa geçmenin iyi iş olduğunu düşünüyordu. Çete kurdu.
  ”Çok sonradan anladım ki, yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan Rus halkı, kendilerini acılarıyla eğlendirmeyi, onlarla çocuklar gibi oynamayı pek seviyor ve mutsuz olmaktan nadiren utanıyordu.” Say:200
   Hayatına öksüz olarak devam eder. Annesini toprağa verdikten sonra dedesi artık ona bakamayacağını söyler. “Var git, insanların arasına karış….” der.
   Gorki, bu kitabında bir çocuğun bakışıyla olayları anlatır, arada kesip hayat felsefesine değinir, yaşadıklarını yorumlar. Sıkılmadan okuyacağınız hüzünlü bir kitap. Mutlaka okuyun...


19 Mayıs 2018 Cumartesi

DALGALAR



Yazar Adı: Virginia Woolf
Basım Yılı: 2001
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 264
     “Güneş daha doğmamıştı. Deniz gökyüzünden yalnızca kumaşın kıvrımlarını andıran belirsiz kıpırdanmalarla ayrılıyordu.”
     “Güneş biraz daha yükseldi”


 “Güneş yükseldi. Yıpranmış teknenin ıskarmozlarını yaldızlayarak, çakırdikenini, onun zırhlı yapraklarını çeliksi bir mavilikte parıldayarak sarı ve yeşilden çizgiler düştü kıyıya.”
  “Güneş: yükselmiş olan, sudan yapılma değerli taşlar arasından kesik kesik bakış fırlatarak yeşil şiltede gizlenmeyi artık bir yana bırakarak, yüzünü açtı, dümdüz baktı dalgalar üzerinden.”
    “Güneş tam tepeye yükselmiştir.”
    “Güneş artık tam tepede değildi. Yana yattı, eğimli döküldü ışığı.
 “Güneş alçalmıştı şimdi gökyüzünde Bulut adacıkları yoğunlaşmıştı, güneşin önünde sürükleniyorlardı.”
 “Güneş batıyordu. Günün katı çekirdeği çatlamış, yarıkları arasından ışık dökülüyordu.”
    “Şimdi güneş batmıştı. Gökyüzü ve deniz ayırt edemiyordu.”
  Woolf dünyanın dairesel bir tabiatı olduğuna inandığından “dalgalar” kitabında da dairesel bir ritm kullanır. Güneş yaşam kaynağıdır. Dalgalar kişileri temsil etmekte ve onların fiziksel ve ruhsal durumlarını ifade etmektedir. 3 erkek 3 kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarını anlatır.
  ”Güneş doğar, dalgaların temsil ettiği karakterler henüz gençtirler. Hayatlarının baharındadırlar. Yaşam onların tam tepesinden bakmaktadır.” diyerek başlar yazar.
 “Ve sonunda güneş batıyor.”Ah Ölüm!” Dalgalar kıyıda parçalandı, diyerek kitabı bitirir. Hikayede belirli olan tek şey güneşin gökyüzünde değişen konumu. Öyle ki, birbirinden farklı 6 karakterin, kendine has özellikleriyle tek bir insanı temsil ettiği bile görülebiliyor.
  “Yalnızca fısıldanmış sözcükler isteyeceğim.”
   ”Mevsimlerim ben, diye düşünüyorum bazen; ocak, mayıs, kasım aylarıyım; çamurum, sisim, şafağım. Sağa sola fırlatılmam, havada usulca süzülemem, başka insanların arasında karışamam.”
   Kitapta “bilinç akışı” tekniği kullanılmıştır. Takdir edilesi ama çözmesi, anlaması, yorumlaması zor bir yazım tekniğidir. İnanılmaz öznel. Okurken bir türlü içinden çıkamadığım bir eser. Bir cümlede umutsuzluğu görüyorsunuz ve aynı anda coşkuyu bulabildiğim güzel bir kitap.
   Woolf’un ilk okuduğum kitabı. Kitabın uzun bir zaman ayırarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Beni epey zorladığını söyleyebilirim. Şiirsel anlatımı vardı. Metaforlar ve karakterler arasında diyalog değil monologlar var. Yinede okunmasını söylerim.


11 Mayıs 2018 Cuma

OTOMATİK PORTAKAL



Yazar Adı: Anthony Burgess
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Türkiye İş Bankası
Sayfa Sayısı: 168
  “Kötülüğün sebebini bulmaya çalışıyorlar, iyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse de bana karışmasın…” say:35   Eğitici Danışmanı P.R.Deltoid’le Alex arasındaki diyalogdan alıntı ile başlamak istedim. Sonuçta kitap kurgu da olsa neden olmasın? Kitaptan keyif almanız dileklerimle.

     Otomatik Portakal baskıcı bir yönetimin ve bu yönetime direnen bir sokak çetesinin hikayesidir.
   Anthony Burgess’in 2. Dünya Savaş Londra’sında karısıyla birlikte saldırıya uğrayıp soyulmasından alır köklerini. Yazar bir sonuca varabilmek için toplumsal bir analiz yapar. Ölçüsüz şiddetin sıradanlaşmasının önüne geçmeye çalışır. 1960’larda yazılmıştır.
   Otomatik Portakal, ismini İngiliz argosundaki ”quer as a clockwork orange” deyişinden alıyor. Olabilecek en garip davranışları ve özellikleri barındıran kişiler için kullanılıyormuş.
    Kitap, Alex ve çetesi olarak adlandırdığımız 4 karakteri konu alan bir hikayedir. Eser Alex’in ağzından anlatılmaktadır. Alex 15 yaşında ergen bir genç, iki farklı hayat yaşıyor gibidir. Gündüzleri normal biri gibi okula giderken, akşamları içinde barındırdığı ruh haliyle hırsızlık, gasp, tecavüz, adam yaralama ve en sonunda cinayet gibi suça karışır. Masumları katletmekten çekinmez. Hapse düşer. Kitabın asıl ilgi çeken kısmı da burasıdır. Burada ülkenin başında bulunan siyasi partinin seçimi kazanmak için kullandığı ”Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” projesi “Ludavico Tekniği” ile, Alex bir laboratuvar çalışmasına tabi olur. Bu çalışmanın kobayı olur.
 Ludavico Tekniği: Bir nevi nefret ve iğrenme terapisi. Bu tedavide hastaya bir olayın kötü ve zararlı olduğunu kabul ettirmek için o olayı çağrıştıran şiddet dolu filmler izlettirilir ve fiziksel acılara maruz bırakılır.
    Alex bundan böyle aklından kötülük geçtiği anda kusmakta, acılar içinde kıvranmaktadır. En zoru ise Alex’in taptığı Beethoven’in 9. Senfonisi (Dostluk, kardeşlik ve barış temalıdır) eşliğinde seyrettirilen Nazi soykırım filmlerinin dehşet dolu sahnelerini yaşamasıdır. Alex’in kişiliği kendi istemi dışında değiştirilir. Ve bir kukla olur. Kayıtlara göre iyileşmiştir, salıverilir. Şiddet uyguladığı tüm insanlar bir bir karşısına çıkar. Sadece iyilik yapmakla görevli küçücük bir makinadır. Alex bu kez de Sosyalist olan hükümeti devirmek isteyen kesim tarafından kullanılmak istenir. Alex ölmeyi ister, pencereden atlar. 1 hafta komada yatar. Eski haline yeniden döner. Doktorlar bunu “derin hipnopedya” ile açıklar. Artık yeniden nasıl insan olacağını seçme şansı vardır.
   Seçim özgürlüğü elinden alınan bir insanın hayattan keyif alması ne denli mümkündür? Özgür irade ile seçilen kötülük, organize güçler tarafından kişiye dayatılan deterministik, iyilikten daha mı insancadır? Yazarın aradığı cevap budur.
   Alex (A eki olumsuzluk içermektedir ve lex “kanun” demektir) Klasik müzik dinleyen Alex, yeni dönem müziğini ve gençleri sert eleştirir. Yazar Alex üzerinden ilgisiz aile yapısını; öğretmene benzettikleri adamı dövmeleri, eğitim sistemini; ”Tükeniş Sokağı, Umutsuzluk Caddesi” gibi isimlerle, sokaktaki insan yapısını eleştirir. Yazar, insan doğasının içinde varolan gizli ya da açık şiddetin üzerine yüklenir. İkiyüzlü insan davranışını netleştirir. Dil konusunda uzmanlığını, Alex’in ağzından eksik etmediği küfürlerle, özellikle argo kullanımında özgün hamlelerle gösterir. Hikâyeyi anlatırken de şirin görünmek için elinden geleni yapar.
”Doğruyu görür, onaylar ama yanlışı yaparım.”
”Eee ne olacak şimdi ha?”
   Kitapta Pavlov’un köpeğini koşullandırdığı gibi bir insanın nasıl koşullandığı anlatılmaktadır. Toplumsal düzeni sağlamak adına dahi olsa bu durumun insan haklarına uygunluğu tartışılır. İradesinin yok olmasına göz yummak ahlaki açıdan da uygun değildir. Sonuç olarak kendine has atmosferi, nefret dolu anlatımıyla bir distopya. İyi ki okumuşum. En kısa zamanda filmini izleyeceğim. Kitabı okuduğunuzda da neden bu kadar çok okunduğunu ve önerildiğini anlayabiliyorsunuz.


4 Mayıs 2018 Cuma

BİLİNMEYEN ADANIN ÖYKÜSÜ



Yazar Adı: Jose Saramago
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 58

   1998 yılı Nobel Edebiyat ödülü alan kitaptır. Jose Saramago, Portekizli yazar, din konusundaki görüşleri nedeniyle yapıtları Portekiz Hükümeti tarafından sansürlenince Kanarya Adalarında ölene kadar yazar.


   Bir kral, bir temizlikçi, birde bilinmeyen adayı bulmak isteyen garip bir adam kitabın kişileridir. Geçmiş hayatını geride bırakmak isteyen temizlikçi kadın, bilinmeyen bir adanın olduğuna inanan ve onu bulmak için kraldan tekne isteyen aslında denizci olmayan bir denizcinin masalıdır.
  ”Adamın biri bir gün kralın kapısını çalmış, demiş ki:
   -Bana bir tekne ver!
   -  ………
   Kral uyarır: ”Bilinmeyen ada kalmadı artık…”
   Denizci kararlıdır.
  ”Ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Biliyor musun ki, kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.”
   Oldukça kısa, çizimlerle zenginleştirilmiş bir eser. Metaforlarla donanmış, kendinizi zorlamayacağınız bir kitap. Kitapta ülke ismine, kişi ismine rastlamıyoruz. Virgüllerle bölünen diyaloglar var. İnanmayı, birlik ve beraberliği anlatan, kısa ama anlamlı bir hikaye. Herkes ona “tüm adalar bulundu dese de, bilinmeyen ada nihayet denize açılmıştı, kendini aramak amacıyla.
  ”Mühim olan varış değil, belki de gidiş.”
  ”Beğenmek sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek.” Say:29
   Temizlikçi kadının yorumu da güzeldi:
  ”İşten evlerine dönen erkekler, midesi olan ve karnını doyurması gereken varlıkların sadece kendileri olduğunu zannederler.” Say:33
   Görünüşte sade bir öykü, bir masal belki de fakat Saramago’nun eşsiz bir anlatımı var. Psikolojik alt metinleri fark ediliyor. Nuh’un gemisine de bir gönderme var mı acaba?