30 Nisan 2020 Perşembe

UYKULARIN DOĞUSU



Yazar Adı: Hasan Ali Toptaş
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: İletişim
Sayfa Sayısı: 259

   Toptaş, bu kitabında da cümleleriyle içinizde bir yerlere dokunuyor. Yazımı, alıntılarla bırakıyorum...


“Kimi zaman dizginlenemeyen bir hırsın, kimi zaman zararlı olacak kadar derinleşen uçsuz bucaksız bir sevginin, kimi zaman bir şefkatin, kimi zaman da akla hayale sığmayan korkunç bir korkunun güdümündeymiş gibi gözüken, her biri birbirinden değişik hamlelermiş bunlar. “ s.139
“Bir hikaye sonsuzmuş gibi göründüğünde, kendine ulaşmış demektir çünkü. Bu da, az şey değildir hikaye açısından. Bilirsin, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, kendine ulaşamayan bir hikaye başka notalara da ulaşamaz.” S. 149
“Odanın içinde büyüyen sessizliğin nedenini onların uzaklığında ararcasına, alnını kırıştırıp çenesini titreterek bakıyormuş. Dedem de acayip bir yalnızlık duygusuna kapılıyormuş o böyle bakınca.” S. 152
“Sıcak bir hızla genişleyen gülümsemelerin bile aslında o an için anlaşılamayan başka türlü bir kötülük olduğunu düşünmeye başladım hatta. Bu yüzden pek dışarı çıkamadım artık, odama kapanarak kendimi tamamen kitaplara verdim. Çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen ürkek bir fare gibi, azıcık huzur bulayım diye gidip onların arasına sığındım bir bakıma. Sığınınca da tabi, dünyayı ve insanları unutabilmek için aylarca bir kitaptan ötekine soluk soluğa koşturup durdum.” s.170
“… ben de oturduğum yerden uzaklara çekilmiş, efkarlı bir ruhla sessizce bakıyordum bu insanlara.” s. 88
“Bilirsin, insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip un ufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemalini alır da kimseyi iplemeden, ulu orta konuşmaya başlar.” s. 29
“İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim varmış… Bu eğilim…. Günü saati gelince ne yapar eder, bir şekilde nüksedermiş….” s.192
“… insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından korkuyorum. ….bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.” s.230
“Tıpkı insanlar, kuşlar, böcekler ve zamanlar gibi alışkanlıklarında yolculuk ettiğini belirttikten sonra, bir insan acaba ben hangi alışkanlıklar köprü oluyorum, geçmişten alıp geleceğe doğru neleri götürüyorum ya da huyumda tüyümde ne tür pisliklerle ne tür parıltıları barındırıyorum diye arada bir durup kendisine bakmalı,…İşte böyle dönüp taşıdığımız yüklere alıcı gözüyle bakınca, bunların içinden insanlığa hayra dokunmayacak olanları hemen oracıkta bırakmalıyız.” s.237 
Boş yere hamallığını yapmamalıyız…. Gövde dediğimiz şu gövde aynı zamanda mekandır… aynı zamanda uğultulu bir tesadüftür… aynı zamanda başkadır… başkalarıdır…
“… bir kızı öpünce sadece tenini değil aynı zamanda onun gövdesindeki zamanları ve bu zamanların içinde biriken görüntülerle sesleri de öpmem  ve hissetmem gerektiğini söyler,…” s. 239
“İnsan bazı şeyleri kimseye söylememeli… sonsuza dek hep örtülü kalacaktır…” s.250



BİN HÜZÜNLÜ AŞK



Yazar Adı: Hasan Ali Toptaş
Basım Yılı: 2016
Yayınevi: İletişim Yayınları
Sayfa Sayısı: 215

  Hasan Ali Toptaş’ın 1997 yılında yazdığı,Cevdet Kudret edebiyat ödülü aldığı romanıdır. Post modern bir roman.
  Bin Hüzünlü Aşk, dil ve üslubu, kurgusu, okuyucu-roman ilişkisi açısından ezber bozan bir romandır. Post modern unsurları kullanım şekli, tematik alt yapısı, kurgusundaki helezonik akışı, dilindeki şiirsel ritm ile kendi dönemi içersinde özgün ve özel bir alan yaratıyor kendisine. 


  Yıldız Ecevit’in arka kapak yazısında dediği gibi “…gecikmiş Türk romantizminin başyapıtı” ifadesi yerinde bir tanımlama olur.
  “Hayat nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum..” Haraptarlı Nafi’ye ait bir epigraftla kitap başlıyor. Haraptarlı Nafi bir hayal kahramanı. Yazar, kendi yarattığı kahramana söylettiği bu cümle ile daha romanın başından, mutlak bir anlam aramamak gerektiğini, anlamın değişebilir ve en önemlisi de kavranmak yerine hissedilebilir olduğu konusunda bize bir tür manifesto veriyor.
   Kitap, 9 bölümden oluşur. Vurucu ve seri cümlelerle meraklı, bir okumaya başlıyorsunuz. Alaaddin, yazar-anlatıcı dışındaki ana karakter. Ancak somut bir varlık olarak değil. Alaaddin o mutlak anlam ile kavranamayacak ancak her bireyin özel ve özgün algısı ile hissedebileceği, kalbinde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığı, dile getirilmesi imkansız şeye benzemektedir.
  Eser, iki katmanlı bilinmezlik üzerine kurulmuş. İlki, insanın varoluş serüveni, diğeri romanın kurgusu üzerinedir. Toptaş’ın da deyimiyle “gerçek roman kahramanı, her zaman metnin kendisidir.”
   Roman içinde pek çok tanıdık ve yabancı isim geçmektedir. Motel ROM, neden rom denildiği bazı kaynaklarda CD-ROM a gönderme yaparak bir nevi “bellek, zihin, beyin, bilinç dışı” imgesi olduğu söylenir. Bir başka bakış açısı da ileriki bölümlerde karşımıza çıkacak olan “orman”  mekanı ile ilgili. İki ismi birleştirerek ROM orman isminden “roman” kelimesini çağrıştırdığı. Bana ikisi de anlaşılır geldi. Toptaş zaten bize bir romanı değil “romanın romanını” daha doğru ifadeyle “kurgunun romanını” vermektedir.
   Kırmızı Başlıklı Kız, Don Kişot, Hansel ve Gratel gibi masal kahramanlarının, Gregor Samsa, İstanbul’un fethi ile anlatıların çıkması, esere hakim olan bilinmezlik, anlamsızlık, bir dibe veya zirveye varamazlık, imgeler, metaforlar, çoğulculuk, tam metnin içine girerken yazarın önümüze koyduğu engeller, bizi bütünüyle bilinç dışı seyre dönüştürüyor.
   Gösteri dergisinde Aziz Çağlar'ın, Toptaş İçin yazdığı yazının başlığında  “İnsanın Issızlığının romancısı” ifadesi yazarı bize çok güzel ifade eder.
“…genç kızların memelerine bakıp bakıp yutkunan çökük avurtlu ustabaşılarla yönetilen kocaman fabrikaların….” s.14
“Bir bakıma iyilik dediğimiz şey kötülüğe yaklaşma konusunda şiddetle burun kıvırırken, kötülük daha cesur davranıp (belki de korkup) ona yaklaşılmayı göze alabiliyor..” s.16
“bu ilişki bahçıvanı eğiten vahşi bir bahçe gibi kendiliğinden gelişmeli, diyordum kendi kendime.” s.27
“hayallerini elektrikli süpürgelerin gürültülerinde öğütüp öğütüp toz torbalarıyla birlikte her gün çöpe boşaltan donuk bakışlı kadınların…” s.75
“Benimkisi hiçbir zaman hiçbir şeyle açıklanamayacak kadar derin, hiç kimsenin anlayamayacağı ölçüde karmaşık ve acayip bir yorgunluktu.” s.211




KAYIP HAYALLER KİTABI



Yazar Adı: Hasan Ali Toptaş
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Everest Yayınları
Sayfa Sayısı: 310

   Hasan Ali Toptaş, 1958 Denizli doğumlu, öykü, roman ve şiirsel metinleriyle tanıdığımız yazarımızdır. Kitaplarında kayboluyorsunuz. Eserleri, zamansız ve mekansız başlıyor ve bitiveriyor. Dili kullanmadaki ustalığı ile eşsiz bir ziyafet sunan post modern edebiyatın ender kalemşorlarındandır.


  Taşranın kımıltısızlığında bir insan düşünebilir, ne yazabilir ne üretebilirdi. Ancak hayal kurabilirdi. Kayıp Haller kitabı da aynen böyle bir kitap. Herkesin kendine ait kayıp hayallerini bulacağı bir kitap. Zihnim çok karışık, yazacak bir şey bulamıyorum. Çok çok güzel ve zor bir kitap. Mutlak okuyun..
   Zeynep Erk Emeksiz hocanın katıldığım edebiyat derslerinde, yaptığımız kitap analizlerinden alıntılarla başlamak istedim.
            Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarında anlatı yapısı:
-Zaman akışı çizgisel değildir. Yukarı doğru genişleyen bir sarmala benzer.
-Olay anlatmak bir amaç değil araçtır. “Vakayı öldürdük”
  Anlatı kişisi çoğunlukla üst kurmaca bir yazardır. Metin kişiselleştirilmiştir. Metnin sesi anlatıya girer. Kitaptan bir örnek vereyim:
 “…bir yandan da kasaba kırtasiyecilerinden satın alınmış ucuz bir dolmakalemle oturup gecenin bu vaktinde acaba kim yazıyor beni, dedim; sonra bir yandan o vadinin ıslaklığına olanca yalnızlığım, hasretim ve diriliğimle gömülürken bir yandan da, hem kocaman bir bardakla çayını yudumlayıp hem de sigarasını tüttürerek acaba müsveddelerimi kim daktiloya çekiyor şimdi, beni kim diziyor satır satır ya da çoktan dizilip basıldım da şu anda hangi okurun gözünde tekrar yazılıyorum, dedim…” Metnin sesi var, romana dahil oluyor öykü kişisi olarak konuşuyor.
-Mekan alegoriktir.
(Kitabın kendisi mekan olarak alınır. Kayıp Hayaller Kitabında bellekteki mekan)
-Metnin merkezinde yazınsallığın ve romanın kendi varoluşu vardır. Bir tür kurmaca bildungsroman diyebiliriz. 
Bildungsroman: Aydınlanma çağı Almanya’sında ortaya çıkan bir roman türüdür. Türkçede “oluşum romanı” gibi çevirisi vardır. Genelde bireyin oluşum dönemini ve sonunda ulaştığı ideal durumu ele alır.
-Romanın amacı hikaye anlatıcılığından deneysel anlatıya bir serüvendir.
 Toptaş’ın romanları da birer meta-romandır. Roman hakkında romansa bu metaromandır. Bu bir tarz. Üst kurmacayı bütün metinlere yayar. Romanın merkezinde romanın varoluş hikayesi duruyor
 Yazarın romanlarında gerçeklikten sızan anıları var; dayılar, dedeler, anne, çocukluğu… Yani kendi belleğini dönüştürüyor kitapta.
-Anlatı devinimsel, sürekli değişiyor, deneysel. Hareketlilik var. Kevser’in torbasında ne var? Belirsizlik var. Anlatıya “belirsizlik” belirli nesnelerle yansıtılmış.
“Sanat görüneni vermez, onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır.” Paul Klee
“….kalbinde çocuk korkaklığı taşıyan buruşuk bir dede ya da ancak ve ancak cehennemin çıkış merdivenine kadar ilerleyebilmiş pısırık bir kaçaktım.” s.282
“Hasan’a göre hayat o şaşılası kıvraklığıyla ansızın birkaç kağıt kılığına bürünerek, Nesime’yi onca tokadın ve tekmenin altından çekip aldı yani; kocası kollarını kollarının ötesine uzatıp ona ulaşamasın diye de Almanya denen en uzak cebine sakladı.” s.267


10 Nisan 2020 Cuma

CÜCE



Yazar Adı: Leyla Erbil

Basım Yılı: 2019

Yayınevi: Türkiye İş Bankası

Sayfa Sayısı: 87

   Leyla Erbil (1931-2013) İstanbul’da doğmuş ve yaşamış, Türk edebiyatının 1950 kuşağının özgün ve devrimci yazarıdır. Psikanalizin yöntemlerinden yararlanarak din, aile ve toplumun tabularla dolu ideolojisine karşı durdu. Yeni bir biçim ve biçem geliştirdi. Aynı zamanda kadının değeri, ataerkil toplum düzeninde kadının ezilen cins oluşu , bireyin varoluş problemini ele alarak feminizm merkezli eserler verdi. 1960’larda Amerika’da İngiltere ve Fransa’da toplumsal ve siyasal bir savaşım olarak feminist hareketin yeniden canlanması  edebiyatı da etkilemiştir. Kadınların yok sayıldıkları alanlarda var olduklarının ortaya konması mücadelesidir. Yazarın CÜCE çalışması da bu eleştiri yöntemi ışığında incelenebilir. Kadının toplumdaki yerini sorgulatarak “Kadın kimdir? Nedir ?” sorularını bizlere farklı iki kadın tipi üzerinden işaret etmektedir.


   Eser yazarın notu bölümüyle başlar. Bu bölümde yazar- anlatıcı, Zenime Hanım’ın kendisine , karaladıklarını karışık bir durumda teslim ettiğini, belli bir sıraya koyamadığını belirtir. Bu biz okurlara romanın edimsel yapısının nasıl olacağına dair bir ipucu verir. Anlatıcı hep yazar değildir. ( Düz metinlerdeki gibi çizgisel okuma alışkanlığını kırıyor.)  Erbil, yazlık komşusu Zenime hanımı bize tanıtır. Kitap aynaya bakan Zenime  Hanım’ın psikozuyla başlıyor. Zenime başkaldıran, yalnız yaşayan, toplumdan bir beklentisi olmayan, kendi halinde bir yazardır. Kadın-erkek tarihini dile getirir, kafasında cinsiyetlerin savaşı vardır. Erkekler cinsel organlarıyla topluma kafa tutar, hep üstün varlıklardır. Kadın kıstırılmış, sömürülmüş, kapatılmıştır. Erkeklerin gözünde cinsel bir meta olarak görülür. Ayna metaforunu kullanır. Kitapta aynaya bakan kadın parçalanmışlığın derinlerindeki “ben”i görüyor. Aşağıladığı öteki geliyor ( gazeteci). Ben algısı dağılıyor.
   Ben derken Ana tanrıçaya da gönderme yapıyor. “tanrı ana- MA!” MA ana tanrıçanın ilk sesi. (MA Latince anne) Kitap boyunca “MA” yı çok duyuyoruz. (Çünkü hepimiz kadınlar olarak içimizde derinlerde Ana tanrıçanın parçalarını taşıyoruz). Ana tanrıçaya sık sık referans verilmesi, bir yandan unutulmuş olsa da genlerimizde olan bir şeymiş gibi kendiliğinden varolan bir bilgi olduğunu düşündürüyor. Erbil, bize kadınlığın ortak bir tarihi olduğunu bize hatırlatıyor. Fernando Pessoa ve Sarte’nin Bulantısına gönderme yapar. Zenime, kadın ve hiç demektir. Alegoriktir. CÜCE metaforunu kullanır, erkek egemenliğini bu figürle tarif eder. Menipo, indirgenmiş gülme fenomeni, bi çeşit saraylardaki soytarı gibi.
  Kitabın içinde Mustafa Horasan tarafından çizilmiş 11 tane resim bulunmaktadır. Resimlerde kadın ve erkek siluetleri, boynuzlu erkekler, sakat, yarım ve bozuk bireyler görülmektedir. Freud’a göre balık, sürüngenler, kılıç, yılan erkeği simgeler. Çukur, sürahi, tas, kase gibi nesneler kadını simgelemektedir.
  Erbil’in metinlerinde zaman ve mekan iç içe geçer. Mekan ve bellek birleşiyor ( kronotop)
  Cüce’de birden çok anlatıcı var. Metin türü kullanımı romanın; polisiye, gezi, romantik, gerçekçi, vb. belli bir edebi türe ait olmasını engelliyor.
 Geleneksel anlatıda; kronotop zamansal sıralılık ve nedensellik ilişkisi ile vurgulanır. Cüce’de olay anlatısı zamansal sıralılık ile değil bilinç akışı ve çağrışımlar üzerinden kurulmuştur.
Kitabın anlatı yapısı:
1  Yazar anlatıcı(1.bölüm)
2.  Zenime – dış anlatıcı
3.  Zenime – ben anlatıcı.
METAFOR&METONİMİ&ALEGORİ
Ayna, Karıncalar, Cüce, Ben- Kbele-MA, 
Adlandırmalar: Zenime, Menipo; Fotoğraf sanatçısı .
METİNLERARASI İLİŞKİLER
Diege Velazquez’in Las Meninas’ın (Nedimeler tablosu) okuması
Mustafa Horasan’ın resimleri
Fernando Perso, Huzursuzluğun kitabı
Jean Paul Sarte, Hiçlik, Bulantı kitapları
Kutsal metinlerde Havva ile Adem söylencesi.
Meryem Ana- Kibele.
Temel Karşıtlıklar ve Kavram Alanları:
Sol, sosyalist/Burjuva tavrı, Kadın(MA) /Erkek, Muhalif/ Yalnız
Not: Bazı bilgiler Zeynep Erk Emeksiz Hocanın Çağdaş Türk Edebiyatı  derslerinden alıntıdır.