27 Temmuz 2018 Cuma

SEN KİMSİN?



Yazar Adı: Yılmaz Özdil
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Sayfa Sayısı: 448

   Yılmaz Özdil, siyaset gündemini takip eden gazeteci yazardır. Kendi görüşlerini destekleyen eserler yazmıştır. “Sen Kimsin?” isimli son kitabı da oldukça çarpıcı iddialar eşliğinde, birçok kişiyi de rahatsız edebilecek traji-komik bir eserdir.
   Kitabın konusu, Adalet ve Kalkınma Partisi, diğer partiler ve siyasettir. Sadece siyasi şahsiyetler değil siyasi ve edebi kişiliklerde kitapta yer alır. Şaşırtıcı isimler, tanıdığımız sanatçılar hakkında yazılanlara bazen inanmak istemiyorsunuz. Tabi ki araştırmasını yaptığına inanıyorsunuz. Çünkü yazılanlar insanı oldukça şaşırtıcı, vurucu oluyor…


   Kitabın kapak tasarımı da manidar olmuş. Düz beyaz kapak üzerinde, şişmiş bir vaziyette bulunan kırmızı bir balon var. Özdil isminin “i” si yerine bir iğne yerleştirilmiş. Kitabın iğneleyici bir dili olduğunu, kapağı dikkatle inceleyenler anlıyor.
   Edebi bir kitap değil. Kinayeler var. Kaygı, endişe, serzeniş yok. Kitabı sohbet havası içersinde okuyorsunuz. Kitapta bir kaynakça da yok. O da tarihi bir kitap niteliğinde olmamasından sanırım. Yüksek çıkışları, güçlü eleştirilerini sağlam bir temel üzerine oturtmuş. Zihinsel farkındalık oluşturacak bir kitap olmuş. Yakın siyasi tarihe ilgisi olanlar mutlaka okusun.
   Kısa kısa biyografi tarzında bir kitaptır.


20 Temmuz 2018 Cuma

AŞIKLAR DELİDİR ya da Yazı Tura



Yazar Adı: Ayfer Tunç
Basım Yılı: 2018
Yayınevi: Can
Sayfa Sayısı: 447

  “Acılar mı tutkulardan doğuyor, tutkular mı acılardan? Yaralar mı arzular mı? Siyah mı beyaz mı? Yazı mı tura mı? Ne fark eder? “ s:353
   Bu paragraf yakaladı beni. Alıntıyla başladım.


   Ayfer Tunç, iyi bir edebiyatçı, dile olan hâkimiyetiyle çok iyi bir yazar. Ne zaman onun kitabını okusam, yakın bir dostumla dertleşmiş gibi oluyorum. En büyük merakım Ayfer Tunç’un bunları kurgulayacak hayal gücünün nasıl bir deneyimden beslendiği, hayranım onun kalemine. Kitap yazmadan önce Edip Cansever okuduğunu duymuştum. Ayrıca bu kitabında “Damage” filminin adı geçer, bende izledim. Biraz o filmden de beslenmiş sanırım.
   Hikayeleri bölüp parçalayarak, zamanda gelip giderek, ince ince öyle güzel yazıyor ki.
   Kitap, insanın hayatını yönlendiren kaderle başlıyor. Genetik hastalığı olan Umut’un, hastalığının sürecini yavaşlatması umuduyla, tedavi için Amerika’ya gitmesi ve orada uzun yıllardır yaşayan, ailesinden kaçan Sanem’le yollarının kesişmesini anlatır. Aralarında yaşanan bir türlü ismi konmayan “aşk” olduğunu her satırda hissettiren ilişkiyi anlatıyor. Yazar büyük bir ustalıkla yaşananları parça parça anlatarak, kitap boyunca birbirine bağlayarak bir puzzle ortaya çıkartır. Ayrıca yapıcı ve yıkıcı anlamda insanın ailesiyle kurduğu ilişkilerin didiklendiği, hayatını inşa ederken bu ilişkilerin ne kadar büyük önem taşıdığını görürüz. Öte yandan ebeveynlerinde kendi hayatları olduğunu, salt anne baba olarak görülmesini eleştiren bir aile merceği altında devam eder. Geçmişin yüklediği suçluluk duygusunun insanın yakasını bırakmadığını, yüzleşmektense kaçmanın tercih edildiğini gözler önüne serer. Bitmek bilmeyen içe dönüşler, geçmişle gelecekle kavgalar devam eder gider.
   Kitabın karakterleri o kadar gerçek ki, onların iç dünyasını olduğu gibi kendi içimde hissettim. Kendimde fark etmediğim ya da hiç dile getirmediğim hisleri buldum. Böyle anlarda da kitabı bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Kitabın sonlarında, bitirir bitirmez tekrar başa dönmeyi düşündüm. Hikaye size çok yabancı olsa da kendi hikayenizi okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Aktarılan duyguları çok net anlatmış. İşte bu yüzden Ayfer Tunç en sevdiğim yazar.
   İkiye bölünmüş bir kitap. Yazı kısmı Umut’la başlıyor, Tura kısmı Sanem’in anlattıklarıyla devam ediyor. Yazı-Tura veya Umut-Sanem. Kurgusu, ana hikayesi çok iyi. İki kişi arasındaki kısa zamana sıkışmış bir aşk hikayesi denilebilir. Kitapta çok sayıda karakter derinlikli olarak anlatılmış. Yazar, Umut’un hastalığının seyrini ustalıkla bir hekim gibi anlatmış. İnsan elini uzatıp kaderin önüne geçmek istiyor.  Okuduktan sonra yoğun hüzün, ölüm gerçeğini kabullenme, kadere başkaldırma gibi duygular hissediyorsunuz. Ayrıntılar biraz insanı yoruyor. Kolay sürükleyici bir roman değil, ağır okunuyor.
   Bu kitapta her şeyden önce edebiyat var. Mutlaka ama mutlaka okuyun…


13 Temmuz 2018 Cuma

DEMİR ÖKÇE



Yazar Adı: Jack London
Basım Yılı: 1998
Yayınevi: Yalçın Yayınları
Sayfa Sayısı: 298

   Jack London, (1876-1916) Amerikalı macera adamı. Geleneksel yazar tipiyle uyum göstermeyen yazı ustası. Gemilerde, barlarda, otel odalarında yazılarını yazar. Karl Marx, Charles Darwin, Nietzsche kitaplarını okuyarak, bu yazarların fikirleriyle dünya görüşünü oluşturur. 40 yıllık hayatında 50’ye yakın kitabı vardır. Eserlerinde yaşam kavgasını romantik bir bakışla anlatır. Sert kapitalizm eleştirileri vardır.


   Demir Ökçe, London’ın görüşlerini tam anlamıyla yansıttığı, aşk ve kavgayı harmanladığı, ileri görüşlülüğünü kanıtladığı mükemmel kitabıdır. Kitap 1907’de basılmıştır. Kitapta 1913 yılında büyük bir dünya savaşının patlak vereceğinden bahseder. Nitekim 1914 yılında 1. Dünya Savaşı başlar. Bunun gibi tahminleri vardır, çoğu da tutmuştur. Edebi bir kitap değil, okura sosyalist bakış açısı kazandıran, sistemi eleştiren, propaganda kitabı gibidir. Tarihi bir roman da denilebilir. Hayatı anlama kılavuzu…
   Demir Ökçe: Amerika’daki oligarşik sisteme verilen ad.
  Roman, Avis Everhard tarafından yazılmış günlüklerin yıllar sonra bulunup açığa çıkması üzerine kurulmuştur. Avis, romanın başkahramanı, Ernest Everhard’ın eşidir. Ernest içinde yaşadığı Emperyalist- Kapitalist düzenin; makinelere kölece bağlanmanın düzeni olduğunu, bu düzenin alın teri ve halkın kanı üzerinde yükseldiğini ve burjuvanın mutluluğunun buna borçlu olduğunu gösteriyor. Gazete patronlarının, kilise papazlarının gerçekleri halka yansıtmadığını, sansürlediklerini cesurca ve akıllıca eleştirir. Her ortamda öz güvenle konuşması, konjonktürü iyi okuması ve sevdiği kadının onun istediği tepkileri vermesi, beni kendine hayran bırakmıştır.
  Bu anlatılanlar Amerika'nın arka yüzünde yaşanan olaylardır. Chicago’da çıkan ayaklanmalar, grevler savaş sahnesi gibi anlatılmıştır. Hükumetin ve özelleşmenin sadece “kar etmek” güdüsüyle hareket edişine karşılık “devrim” uğruna canlarını veren işçi sınıfını, ölen yüz binlerce insanın-uçurum insanlarının- yaşadıkları acının, vahşetin gerçekliğini etkileyici ve vurucu anlatır.
   Roman, işçilerin Demir Ökçeye yenilmesi ile Avis Everhard’ın günlüklerinin yarım kalması ile bitmektedir. Kitap Jack London’ın ütopyası gibidir.
  Kitap, insanın, hayal gücüyle birleştiğinde, bir de kendini içine koyduğunda değişik dünyalara sürükleyip çok güzel hazlar yaşatabiliyor. Her geçen sayfada daha da şaşırarak okuyorsunuz. Yazar büyük resmi ustalıkla okumuş, yorumlamış, sentezlemiş… Demir Ökçe; ezilenlerin mücadelesi, bir devrin tanıklığıdır. Kesinlikle okumanız gerektiğini düşünüyorum.
  ”Tramvay işçileri emeği sağlar, kapitalistlerde sermayeyi. Emek ve sermayenin ortak çabasıyla para kazanılır. Bu kazancı aralarında paylaşırlar. Bu paylaşma da sermayenin payına kar, emeğin payına ücret denir.”s:31
  ”Üniversite de gördüğüm eğitim ve öğretim gerçek yaşamın dışındaydı. Orada varlık ve toplum üstüne bir takım varsayımlardan, kağıdın üstünde çok güzel duran bir takım safsatalardan başka bir şey öğrenmemiştim.” S:56
  ”Bu aniden kaybolmalar, dönemin dehşet verici özelliklerindendi. Şarkılarda, öykülerde hep bu motife rastlanır. Arkalarında en küçük bir iz, bir haber bırakmadan erkekler, kadınlar, çocuklar kayboluyorlardı…” s:234
  ”Sen tek bir kişilik içinde topladığın iki kadınla haremimi oluşturuyorsun.(burada Türkiye’ye göndermede bulunmuş. O dönemde çok eşli aile düzeni vardı.) s:246
  ”Gazetelerde kitabından tek bir söz edilmiyor ama konuşması ustaca başka bir kalıba sokularak, tümce ve sözcüklerin arkasındaki bağları koparıp bir kışkırtma söylevine dönüştürülüyordu.” s;144


6 Temmuz 2018 Cuma

MARTI



Yazar Adı: Anton Çehov
Basım Yılı: 2017
Yayınevi: Mitos Boyut
Sayfa Sayısı: 70

  Anton Çehov, 1860 tarihinde doğan, özellikle oyunlarıyla, hikayeleriyle ünlü yazar. Babasının yanında bakkal çıraklığı yapmaktan, Rusya'nın büyük bir yazarı olmaya değin ilerlemiş kişidir. Moskova Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirip doktorlukta yapmıştır. Yazmayı, harçlık çıkarmak için yapar.


   Çehov Rus bozkırının sesi olur. Güçlü bir simgeci yanı vardır. Buradaki martının gerçek anlamından öte sembolik bir anlam taşıdığını belirtmek isterim. Çehov martı adlı bu oyununu komedya olarak yazmış fakat gariptir, trajik bir akışı vardır. Bir yanı gülümser, bir yanı ağlar.
   Martı, aşkla yoğrulmuş bir tiyatro eseridir. Okuduğunuzda hiçbir aşkın karşılıklı olmadığını göreceksiniz. Aşkların tek taraflı yaşanması, umutsuzluğa sebep olur. Umutsuzlukta yaşamın sonudur.
   Dört perdelik kısa bir oyun olmasına rağmen dolu bir içeriğe sahiptir. Kitap 4 kadın, 6 erkek ve göl manzarasından oluşur. Oyun 4 ana karakterin sanatsal ve romantik çatışmaları etrafında geçer. Tek tek karakterleri ele alarak çözümlemeden sadece alıntılar yapacağım.
  ”Hangi başarı? Kendimi hiçbir zaman iyi yazar olarak görmedim. Yazar olarak kendimi beğenmem. Suyun, ağaçların gökyüzünün, doğanın bana esin kaynağı olmasını seviyorum, onlar beni yazmaya zorluyorlar. Ama yalnız doğa yetmez ki. Sonuçta ben bu ülkenin vatandaşıyım, yurdumu seviyorum. Halkımın acılarından da, geleceğinden de, bilimden de, insan haklarından da sorumlu olduğumu hissediyorum. Her taraftan sıkıştırılıp provoke edilince bende durmuyor koşturup duruyorum. Yaşam ve bilim, ileriye giderken umutsuzca geri kaldığımı hissediyorum; treni kaçıran ve artık ona yetişemeyen bir köylü gibi. Aslında ben yalnızca doğa betimleyicisiyim. Diğer her konuda yalancıyım.” s: 35
  ”Düpedüz kıskançlık seninki. Yeteneği olmayıp da yüksek iddiaları olanların, gerçek yeteneklere saldırmaktan başka bildikleri şey yoktur. Adice bir teselli işte.” S:44
  ”Dünyadaki insanlar için ünlü yazarlara bağlanmak ve onların çevrelerine girmeye çalışmak bir zahirecinin ambarında fare beslemesi kadar tehlikelidir. Ama yine de sevilir yazar takımı. Bir kadın, ele geçirmek için bir yazarı seçti mi, komplimanlarla, tatlılıkla, yalvarmalarla büyüler onu.” S:25
  ”Hayatın sana lazım olduğunda gel ve al onu.” S:46
  ”Aşk kalbi kemirmeye başladığında hemen onun kovulması gerekir.” S:53
  ”Daima büyük rollere yöneldi. Ama kulak tırmalayıcı sesiyle ve sert hareketleriyle oyunculuğu kaba, abartılıydı. Bazı anlarda ağlayıp sızlama ve ölme sahnelerinde başarılı oluyordu. Ama yalnızca birkaç kısa sahnede…” s:57
  ”Hepimiz yaşlanıyoruz, doğa yasaları bizleri ufalayıp eskitiyor.” S:58
  ”Kağıt üzerinde kolayca filozof olunuyor ama yaşamın içindeyken her şey çok karmaşık.” S:58
  ”Medvedenko: Niçin hep siyah giyiyorsunuz?
   MAŞA: Kayıp yaşamımın yasını tutuyorum. Mutsuzum.” S:5
  ”Durmadan değişirsiniz. Evrende değişmeyen olarak yalnızca ruh kalır.” S:16
  Bu oyunda dolaylı anlatım uygulanmıştır, insanoğlunun “özlemleri ile gerçeklik” ve “istekleri ile yapabilme gücü” arasındaki çelişki anlatılır. Kahramanların hiçbir istek ve özlemlerine kavuşamazlar. Yaşamayı başarabilenler ise ancak kendi kişilik ve ideallerinden ödün vererek ayakta kalmayı sürdüre bilenlerdir. Eşsiz bir eser, şiddetle tavsiye ediyorum. Okuyun.