29 Ağustos 2020 Cumartesi

DİNLER TARİHİNE GİRİŞ

 Yazar Adı: Mircea Eliade

Basım Yılı: 2003

Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Sayfa Sayısı: 456

   Mircea Eliade, (1907-1986) önde gelen din tarihçilerindendir. Dünyanın çeşitli dinlerindeki, simgelerin, mitlerin, dilin izlerini sürmüş, incelemiş ve çözümlemiştir. Yazar sadece tek tanrılı dinleri ele alıp incelememiştir. İlkel ve gelişmiş tüm dinleri eş zamanlı olarak incelemiş, ortak ögeleri ortaya koymuştur. Kitap da o kadar çok bilgi var ki nerden alıntı yapacağımı şaşırdım. Kitap farkındalık yaratıyor. Bazı geleneklerin ardında ciddi anlamda eski inanışların olduğu bariz bir durum var. Biz farkında değiliz. Bu anlamda harika bir eser olmuş. İnsanı sorgulamaya itiyor. Kafanız karışabilir. Teolojiye bu kitaptan başlanmalı. Anlatımı açık ve anlaşılır. Mutlaka okuyun.

“Anu, en azından tarihin başlangıcında soyut bir tanrıdır.”

“Tabi ki Anu’nun evi göktür.”

“Yıldızlar onun ordusudur. Çünkü Anu evrensel hükümdar olarak savaşçı bir tanrıdır.” s.85

“Daha sonra gök tanrılarının büyük çoğunluğu “özelleşmişler” fırtına ve bereket tanrılarına dönüşmüşlerdir. Ama tanrıların sonradan belli alanlarda özelleşmelerini, din tarihinin oldukça iyi bilinen süreçleriyle açıklamak gereklidir. (somut olana eğilim; ”yaratma”, ”bereket” düşüncesine dönüşmesi vb.) ve her durumda parlak gökyüzü tanrısı düşüncesinde meteorolojik işlevlerinde yer alabileceği olgusu yadsınmamalıdır.”

“Özdeşleştirme- Yüce Varlığın güneşle özdeşleştirilmesine en iyi örnek Hindistan’ın Kolarien kabileleri tarafından verilir.”

“Bu insanların işlerine karışmayan yumuşak tabiatlı bir tanrıdır.”

“Ay ölçer ama aynı zamanda birleştirir.”

“Bu nedenle tarih öncesi çağlardan beri su-ay-kadın üçlüsü hem evrenin hem de insan üretkenliğinin yörüngesini biçimlendirir gibi görünmektedir.”

“İran’lı su tanrısı Ardvisura Anahita’dan ”sürüleri çoğaltan…malları…zenginliği artıran…toprağı bereketlendiren…tüm insanların tohumunu arındıran…kadınların rahmini arı kılan…onlara ihtiyaçları olan sütü veren ermiş” olarak söz edilir.Yıkanmak suçtan arındırır.” Ölülerin varlığından kaynaklanan kötülükleri temizler, deliliği geçirir (Arkadya’daki Clitor çeşmesi) günahları da fiziksel ya da ruhsal bölünmeyi de giderir. En önemli dinsel adetlerin kökenin de yer almaktadır. Ve böylece insanın kutsalın idaresine girmesini sağlamıştır. Tapınaklara girmeden önce ve kurban törenlerinden önce yıkanılır.” s.202

   Kadın, Cinsellik, Tarım-Kadın ve Tarım arasında öteden beri var olan bir özdeşleşme varmış. Örneğin Doğu Prusya’da, yakın zaman kadar çıplak bir kadının tarlaya bezelye ekme adeti varmış. Finlilerde kadınlar; tarlaya, tohumları adet gördükleri dönemlerde giydikleri giysilerle, fahişenin ayakkabısı içinde ya da gayri meşru bir çocuğun çorabında taşırlarmış. Böylece oldukça güçlü bir cinsellik taşıyan insanlar tarafından taşınan eşyalarla temas eden tohumların verimli olacağı düşünülür. Bir kadının ektiği pancarlar tatlı, erkeğin ektikleri acı olurmuş??  Estonyalılarda keten tohumlarını tarlaya genç kızlar taşır, İsveçliler ise keten tohumlarını tarlaya yalnızca kadınların dikmesine izin verirlermiş. Almanlarda, tohumları eken özellikle evli ve gebe kadınlar… Toprağın bereketiyle kadınların yaratıcı güçleri arasındaki mistik bağ ”tarımcı zihniyet” diyebileceğimiz zihniyetin en temel güdülerinden biridir.

İslam metinlerinde de kadın “tarla” olarak imgelenir. Kur’an da “Kadınlarınız sizin tarlanızdır “ denir. s.260

Fin çiftçilerin, tohumları tarlaya ektikten sonra memelerinden akıttıkları bir kaç damla sütle bunları suladığı doğrudur.

   Jan de Vries’in belirttiği gibi, bu geleneğin anlamı, hasadın gerçek “gücüne” özüne zarar gelmemesini sağlamaktır. Aynı nedenle bir ağacın son meyveleri toplanmaz, koyunların sırtında bir tutam yapağı bırakılır, Estonya’da ve Finlandiya’da, buğdayın bulunduğu dolap tamamen boşaltılmaz; çiftçiler, kuyulardaki suyu çektikten sonra bir kaç damla su akıtırlar. Biçilmeyen buğdaylar, bitkilerin ve ekili tarlanın gücünü kendinde toplar. Bu gelenek-tüketilen ama asla tamamen yok olmayan kendi büyüsüyle kendini yenileyen “güç” kavramından türemiştir-bitki güçlerinin mitolojik kişilerine ya da tarlayla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili çeşitli ruhlara sungular vermek olarak yorumlanmıştır.

   Tarihin yönünü belirleyen ne nüfusun artışı ne de yiyecek bolluğu idi; tarihin yönünü belirleyen insanın bu keşifle birlikte geliştirdiği zihniyettir. İnsan tahıllar aracılığı ile gördüklerinden, onunla uğraşırken öğrendiklerinden, tohumun toprağın altında kendi hüviyetini yitirdiğine tanık olarak anladıklarından belirleyici bir ders çıkarmıştır.

“İslam inanışlarına göre, dünyanın en yüksek yeri Kabe’dir. Çünkü kutup yıldızı, onun göğün merkezinin tam altında olduğunu göstermektedir.

   Benzer kavramlar Babil’de “gökle yerin temelinin evi” “gökle yerin arasındaki bağ”, adları sayılabilir. Yer ve yer altındaki bölgeler  arasındaki geçiş de her zaman tapınaklarda mümkündür. Yine İbranilerde rastlanır “Kudüs Kayası”, yerin altındaki suların merkezindedir. Romalılarda “mundus açıldığında , yeraltının ürkütücü tanrılarının kapısı da açılmış demektir” diye yazar. 

"İtalyan tapınakları da göğün, yeryüzünün ve yeraltının kesiştiği yerdi.” s.363

   İranlıların yeni yılı Nevruz, hem Ahura Mazda bayramı hem de insanın ve dünyanın yaratıldığı gündür. Nevruz gecesi sayısız ateş ve ışık yakılır, tanrılara içki sunulur, suyla yıkanarak arınılır ve böylece gelecek yıl bol yağmur yağması sağlanmaya çalışılır.

Tüm bu olguların ortak noktası vardır: evrenin doğumunun simgesel olarak tekrarlanmasıyla zamanın dönem dönem yenilenmesi düşüncesidir.

   Bunların hepsinin açıklaması bütünle örtüşme isteğinden doğar. “Bütünü” bir sisteme dahil etme eğilimi, çok yönlülüğü tek bir “duruma” indirgeyerek onu olabildiğince saydamlaştırma çabası olarak görülmelidir.

“Kutsala direnmek, varoluşçu metafizik için özgünlükten kaçışla aynı anlama gelmektedir.”s.436

 

23 Ağustos 2020 Pazar

TANRI YANILGISI

 

Yazar Adı: Richard Dawkins

Basım Yılı: 2007

Yayınevi: Kuzey Yayınları

Sayfa Sayısı: 360

 

      Richard Dawkins, 1941 doğumlu, Britanyalı evrimsel biyolog ve yazar. “İnsanların hayatlarında, nesnel dünyadan öte bir şeye ihtiyaçları olduğu söylenir, bu nesnel dünyanın dolduramayacağı bir boşluk vardır; insanlarının hayatlarının bir amacı olduğuna inanmaları gerekir.” der. Din ve bilimin birbiriyle çatışmaması gerektiğini söyler. Darwinci bilim adamı, ateizm savunucusu olarak ünlenmiştir. Evrim, yaratılış ve din konularındaki fikirlerini açıklamak için pek çok popüler bilim kitabı yazmıştır.


  Tanrı Yanılgısı kitabında da dini epey sorgulamıştır. Evreni açıklama konusunda aydınlatıcı buldum. Kitap, bu kadar bilimsel olup ancak bu kadar akıcı olabilir. Körü körüne inanmak mı yoksa sorgulamak mı? Din konusunu tabu haline getirmeyen, soru sorma cesareti olan herkesin mutlaka incelemesi gereken bir kitap. Yazar sorular sorup cevaplarını verirken, bizi de kendi cevaplarımızı vermeye itiyor. Özellikle ahlakın, dinden bağımsız olduğunu sarsıcı bir biçimde gösteriyor. Tanrı kavramına getirdiği güçlü savunmaları yok. Üzerinde durduğu argüman “Tanrıyı Kim Yarattı?” sorusu. Olasılıklardan yola çıkarak Tanrı kavramını basitleştirmek yerine daha karmaşık hale getirmiş. Hep bir kaçamak ve alakasız konulara giriş yapmış. Varlık felsefesine yüklenmiş fakat eksik kalmış. Bilim adamları bu konuları filozoflara bırakmalı. Evrim kuramı hakkında bilgisi olmayan için çok sıkıcı olabilir. Bir de "bing bang" öncesi durum için verebileceği bir argüman göremedim. Beklentimi karşılamadı desem yeri. İnsanı güldüren, zihninin boşluklarını dolduran yerleri var. ”Cosmos” ve “İnancın Hikayesi” belgesellerini izlemenizi öneririm.

“Tanrı korkusu bu insanları bu kötülükleri yapmaktan neden alıkoymadı?” s.224

“Her hareketini gözetleyen ve hatta bütün sahte düşüncelerini bile izleyen gökyüzündeki büyük gözetleme kamerasına veya kafanın içine yerleştirilmiş küçük dinleme aletine gerçekten inanıyor musun?” s.222

“Emily Dickinson şöyle demiştir:

 Hiçbir zaman bir daha gelmeyeceğidir

Hayatı bu kadar tatlı yapan.” s.447

“Bütün dinsel inançlar, o inançla yetiştirilmemiş insanlara tuhaf görünür.”

 

 

 

CEHENNEME ÖVGÜ Gündelik Hayatta Totalitarizm

Yazar Adı: Gündüz Vassaf

Basım Yılı: 1997

Yayınevi: İletişim

Sayfa Sayısı: 105

   Gündüz Vassaf, 1946 doğumlu, yazar ve psikolog.12 Eylül’den sonra öğretim görevlisi olduğu Boğaziçi Üniversitesinden uzaklaştırılmış, muhalif bir beyindir. Günümüzdeki bir çok değeri ve kavramları sorgulamış mükemmel bir kalemdir. Radikal gazetesinde de yazılar yazmıştır.


   Kitap gündelik hayattaki her alanda totalitarizmin varlığını çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuruyor. İlk bölümde, Geceyi totaliter Gündüzün karşısına koyarak, tespitleriyle içimizdeki bir şeyleri tetikliyor. Elinizden bırakamıyorsunuz. Mutlaka okuyun.

“Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki ya aşkın karşılığı olan hiç bir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk sözden önce de vardı.”

“Neyin delilik sayılacağını devlet tarafından tedavi ruhsatı verilen resmi şifacılar, psikiyatristler belirliyor. Deliler deliliklerinin özgürlüğünü yitiriyor.”

“Tüm dünya sistemi, yasaların, tüketici davranışlarının, ekonomi teorilerinin ve dinin rasyonalize ettiği çılgınca varsayımlar üzerine kurulmuştur.”

“Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır.”

“Ancak tarihte hiç bir hükümet, o ülkede fuhuş olması nedeniyle iktidardan düşmüş değildir. Cinsel standartlar ancak bireyler üzerinde baskı uygular.”

“Yöneticiler tabi, ama işçiler olmadan bunu yapamazlardı. İşçi sınıfı, top, tüfek ve tank yapımındaki kendi katkılarını protesto etmek için bir kez olsun sesini yükseltmiş, bildiri dağıtmış ya da greve gitmiş değildir. Oğullar ve kızlar, ana babalarının yaptığı silahlarla öldürülüyor. İşçiler daha yüksek ücret, daha az mesai için greve gidiyorlar.”

“Biz totaliteriz, çünkü insan türü olarak yaşam anlayışımız sevgi ve barışa değil güç ve egemenliğe dayalı.”

“Biz Homo Sapiensler, kendi evlerimizde bile her Allah'ın günü, çocuklarımızla birlikte, bütün öteki türleri acımasızca yönetiyoruz.”

“Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.” Oscar Wilde

“Anne babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir.”

 

22 Ağustos 2020 Cumartesi

PROUST VE GÖSTERGELER

Yazar Adı: Gilles Deleuze

Basım Yılı: 2004

Yayınevi: Kabalcı

Sayfa Sayısı:191

  Gilles Deleuze, (1925- 1995), Fransız yazar, filozof. Yazarın felsefesi deneycilik-ten yanadır. Bütün bilginin deneyden, tecrübeden geldiğine de itiraz eder. Farkın esas olduğunu, tekrarın da fark yaratan bir tekrar olduğunu söyler. “Kapitalizm ve şizofreni” adlı 2 cilt kitabı ve sinema üzerine kitaplar da yazmıştır. 1995’te ciğer hastalığı başlar ve intihar ederek hayatına son verir.


   

  Kitap da  yazar, M. Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinin analizini yapmıştır. Gösterge bilim yöntemiyle  yorumlayıp, derinlikli bir bakış açısıyla, ilginç örneklerle inceliyor. Tek okumada anlaşılıp kavranması zor bir kitap.

 “Aşina olduğumuz insanları tekrar görmek bir açınlamadır. Çünkü onların yüzleri bizim için bir alışkanlık olmaktan çıkarak, yüzdeki bir çizgiyi değiştirmiş, uzatmış, yumuşatmış ya da derinleştirmiş olan zamanın göstergelerini ve etkilerini saf halde taşırlar. Zaman görünürlük kazanmak için “bedenlerin peşine düşer ve rastladığı her bedeni ele geçirip üzerinde sihirli fenerini oynatır.” s.26

”Mösyö de Charlus, sesinde genç kız sürüleri ve koruyucu dişi ruhlar barındırır.” s.123

“Fiziksel acılarda hiç değilse acımızı kendimiz seçmek zorunda kalmayız. Hastalık acıyı belirler ve bize dayatır. Ama kıskançlıkta…” s.134

“Adeta her türden, her yoğunlukta çeşitli acıları dener ve uygun olanda karar kılarız.” s.135

“Parçaları birleştirip uyarlamak şöyle dursun, yasa bunları bölmelere ayırır, bitişikliğin içine bağlantısızlığı, içerenin içine orantısızlığı dahil eder. Hiç bir şey bilmemizi sağlamayan yasa etimizi damgalayarak, ceza uygulayarak bize kendisinin ne olduğunu öğretir; müthiş paradoks da burada yatar, cezalandırılmadan önce yasanın ne istediğini bilemeyiz, demek ki yasaya yalnızca suçluluğumuzla yanıt verebiliriz.” s.139

“Demek ki aşk, iki suçluluk duygusu kesinliği arasında gerilmiş hayali bir suçsuzluk ilanıdır;” s.140

“Öyle ki Albertine’in günahlarının kesinliği artık bu günahlar onu ilgilendirmemeye başladığında, sevmeyi bıraktığında, yorgunluk ve alışkanlık karşısında yenik düştüğünde öykülemeciye görünür olur.” s.140

“Proust’un, erkek eş cinselliğinin lanetlenmiş bir ırk olarak tablosunu ne kadar güçlü bir biçimde çizdiğini anımsarız, “Bu soy lanetlenmiştir, yalan ve riya içinde yaşamak zorundadır… anasız oğullardırlar…dostluktan yoksun dostlardırlar…şerefleri eğretidir, özgürlükleri, suç ortaya çıkıncaya kadar sürer ancak geçicidir, konumları sallantıdadır.” s.141