Yazar Adı: Marcel Proust
Basım
Yılı: 1997
Yayınevi:
YKY
Sayfa
Sayısı: 533
Kitap,
anlatıcının oturduğu Saint Ger-main semtinin Guermentas konağını betimlemesiyle
başlar. Düşesi daha yakından tanımayı arzular, ve bir gün düşesin davetiyle o
büyülü ortamın içine girer Ancak bu aristokrat çevrenin içine girdiğinde tüm
hayranlığı ve adlarının ihtişamı silinmeye başlar. Çevrenin snopluğu,
zevksizliği, yapay dünyaları, ikiyüzlülüğü tam anlamıyla hayal kırıklığı
yaşatır. “…aristokrasi hantal yapısıyla fazla ışık almayan, az sayıdaki
penceresiyle tıpkı romanesk mimari gibi ruhsuz ama aynı zamanda yoğun, gözü
kapalı bir güce sahip oluşuyla, tarihin tamamını kapatır, hapseder,
karartır.”s.480
Ve artık bu kitapta, Dreyfus olayı iyice
alevlenmeye başlamıştır. Politik güvensizliğin doğurduğu gündelik olaylar
aslında kaçışları ifade eder ve madalyanın görülmeyen yüzüdür.
Dreyfus Davası;1894 yılında haksız yere
(Yahudi asıllı olduğu için) vatana ihanet etmekten hüküm giyen ve Şeytan
Adasında ömür boyu hapse mahkum edilen Fransız subay Alfred Dreyfus’un,
casusluk yapmakla suçlanması. O yıllar Yahudiler için askeri engellerin
aşılmasının en zor olduğu yıllar olmuştur. Emile Zola, yapılan hukuksuzluğun ve antisemitik
haksızlığın karşısına dikilir. Bu yüzyıl hem Fransa hem de Avrupa tarihinde
devrimle başlayıp, Dreyfus davası ile kapanan dikkate değer bir yüzyıl olmuştur!!! Kitap boyunca, Proust, toplumun tüm profillerini masaya yatırır, “ayrıcalığı”
sorgular, herkesi eleştirir, Swan bile bu sınavı geçemez. Fakat kendisi de
siyasi dilin yavanlığı karşısında tepkisiz kalır.
İlk iki kitabındaki, zengin edebi betimlemeler yoktu, zevk açısından diğer kitaplarındaki tadı vermedi. Okunması daha kolaydı. Çok fazla ünvanlar, isimler, dükler, düşesler, prensesler vardı. Okumayı zor hale getirdi ve akışı bozdu diyebilirim. Kitabın çoğu, yemek davetlerinde geçti. Muhtemelen yine başlangıçtı bu bölüm, bu kalabalıkla diğer kitaplarında karşılaşabiliriz. Zaten, Swan’la karşılaşınca eski bir tanıdığı görmüş gibi oluyor insan.
Bu arada bu kitabı okumadan önce Dreyfus ile ilgili filmler
izlerseniz, hiç zorlanmadan kitabı takip edebilisiniz. Ben “Subay Ve Casus “
filmini izledim, tavsiye ederim.
“..birkaç
dakikalık peşinden koşmadığımız uyku, bize ilahi bir yasa gereği, gökten inmiş
gibi bir imparatorun altın topuzu kadar muazzam ve dopdolu gelir.” s.74
“Hatıralarımız,
kederlerimiz kendilerini hiç fark edemeyeceğimiz ölçüde bizi terk edebildikleri
gibi geri de dönerler ve bazen uzun süre kalırlar.”s.104
“Kimi
anılar ortak dostlar gibidir, barıştırmayı bilirler; düğün çiçekleriyle dolu,
feodal yıkıntıların üst üste yığıldığı kırların ortasındaki küçük tahta
köprünün birleştirdiği gibi Legrandin’le beni de birleştiriyordu.” s.136
“Nefret
kötülüğü ilham eder, öfke kızıştırıp harekete geçirir ama bütün bunların pek
neşeli bir yanı yoktur; kötülükten zevk almak için sadist olmak gerekir; kötü
yürekli insan, kötü birine acı çektirdiğini düşünür.” s.152
“..bu
çehre öyle tutkulu, öyle kederli,öyle sevecen kırışıklarla işlenmişti ki, bu
kıvrımların oraya bir öpücükle mi, bir hıçkırıkla mı yoksa bir tebessümle mi
oyulduğu anlaşılmıyordu.” s.290
“Zola,
değindiği her şeyi büyütür. Zaten bir tek uğur getiren şeylere değindiğini
söyleyebilirsiniz!
Ama
onu muazzam bir şey haline getirir; destan gübresiyle beslenir! Lağımların
Homeros’udur o. Büyük abdest kelimesini yazarken büyük harfler yetersiz kalır.” s.445
“Aceleci
yakınlığım fazlasıyla erken çiçek açmıştı; tıpkı sizin Balbec de şairane bir
şekilde anlattığınız elma ağaçları gibi ilk dona bile direnemedi.” s.500